‘Sürrealizm’in 100. Yılı Çerçevesinde – Özkan Eroğlu yazdı.
Bu aralar bir Jung kitabıyla uğraşırken, diğer taraftan da böyle bir gelişme olunca, iki olguyu beraber değerlendiren bu yazıyı hazırlamak kaçınılmaz oldu:
2024, ‘sürrealizm’ için yüzüncü yıl dönümü olarak kabul ediliyor: 1924’te, Fransız yazar ve sürrealist hareketin kurucularından André Breton, ilk ‘Sürrealist Manifesto’yu yazdı. O dönemde bilinçdışı olgulara yönelik patlayan kültürel ilgiye dayanarak, sürrealizmi “saf psişik otomatizm” olarak tanımladı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, psişenin irrasyonel yönleri hem büyük bir yıkım hem de yaratıcılık potansiyeli taşıyan güçlü unsurlar olarak tanınmaya başlandı. Freud’un “Thanatos” ve “Eros” kavramlarıyla çerçevelenen bu iki güç, büyük kültürel değişimlere yol açabilirdi. Breton, başlıca kuramcı olarak, iki dünya savaşı arasında ivme kazanan ve sanatlar ile beşeri bilimlerde bir devrime yol açan bu hareketi yönetti. Bu süreçte Sigmund Freud’un yazılarından derinlemesine etkilendi.
Bu harekete katılan 20. yüzyıl sanatçılarının listesi etkileyici bir çeşitlilik sunar. İlk dönemde, aralarında Pablo Picasso, Max Ernst, René Magritte, Marcel Duchamp, Joan Miró, Jean Arp, Salvador Dalí, Leonora Carrington, Méret Oppenheim, Yves Tanguy, Piet Mondrian, Man Ray ve Giorgio de Chirico gibi isimler bulunuyordu. Jung, yazılarında genelde sürrealizmle fazla ilgilenmediğini ifade etse de, Yves Tanguy’nin bir tablosuna sahipti ve bunu uçan dairelerle ilgili makalesinde tartışmıştı.
Başlangıçta, kadınlar sanatçı olarak çok az tanınmış, daha çok erkekler tarafından ilham kaynağı (muse) olarak görülmüşlerdi. Ancak zamanla bazı kadınlar daha bağımsız rolleri benimseyerek sanatçı kimliklerini öne çıkarmışlardır. Bunlar arasında Frida Kahlo, Remedios Varo, Dorothea Tanning, Léonor Fini ve Kay Sage gibi isimler yer alır. Bu kadınlardan birçoğu, özellikle Leonora Carrington ve Remedios Varo, spiritüalizm ve okült konularla ilgilenmeye başlamışlardır. 1940’larda Meksika’da çalışırken yakın arkadaş olan Carrington ve Varo, hem sürrealizmi feminenleştirerek hem de bireyselleşme süreçlerinin bir parçası olarak sanatlarında mit, simya, okült ve özellikle Tarot temalarını keşfetmişlerdir. Carrington kendi Tarot destesini tasarlamıştır. Jung’un bu konulardaki düşünceleri, zamanla onların çalışmalarında daha da etkili hale gelmiştir.
Son yıllarda sürrealist kadın ressamlara yönelik artan ilgi dikkat çekicidir. Örneğin, 2022’de 59. Venedik Bienali, Carrington’un çocukları için yazdığı sürrealist hikayelerden alınan The Milk of Dreams başlığını taşımıştır (2017). Ertesi yıl, Chicago Sanat Enstitüsü, Remedios Varo’nun simya temalı eserlerini içeren Science Fictions başlıklı bir sergi düzenlemiştir.
2024 yılı bu yüzüncü yıl dönümünü kutlamak amacıyla dünya çapında büyük sergilere sahne oluyor. Sürrealizmin erken merkezlerinden biri olan Brüksel’de bu yıl birkaç sergi düzenlendi. Bunlar arasında Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi’nin “Imagine! 100 Years of International Surrealism,” ve Center for Fine Arts’da gerçekleştirilen “Histoire de ne pas rire: Surrealism in Belgium”” sergileri düzenlendi. Brüksel ayrıca sürrealist sanatçı René Magritte’in eserlerine adanmış müzelere ev sahipliği yapmaktadır. Önemli bir sürrealizm sergisi de Paris Centre Pompidou’da halen sürmekte. Bu yıl dönümünü anmak için New York Times, Mart ayında sürrealizme adanmış etkileyici 11 uluslararası sergiyi içeren bir makale yayınladı. Burada bahsedilenler ve diğer çeşitli sergiler, hareketin canlılığını, şu anki döneme ve geleceğe akışını göstermektedir.
Sürrealizm ile Jungcu psikolojiyi bağlantılandırmak için, sanatlarda sürrealizmin ortaya çıkışından önceye bakabiliriz. 1916 civarında Zürih’te ortaya çıkan nihilist ve karşı sanat Dada Hareketi, 1920’lerde sürrealizmle yer değiştirmiştir. Jung, bu harekete şüpheyle yaklaşsa da, bu hareket Nietzsche’nin “Tanrının ölümü” olarak ifade ettiği Batı toplumlarındaki manevi merkezin kaybının giderek daha fazla fark edilmesiyle aynı döneme denk gelir. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi, bu manevi kopuşu yalnızca şiddetlendirmiştir. 1917’de, savaş sırasında, sosyolog Max Weber Münih Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta (“Science as a Vocation”), Batı toplumlarının bir “dünyanın büyüsünün bozulması” sürecinden geçtiğini ilan etmiştir. Weber’in bu iddiası, modern toplumdaki anlam kaybıyla yakından bağlantılıdır ve bilimsel gerçeklik paradigmasının yükselişiyle birlikte Batı kültürlerinin “manevi olan”dan uzaklaşmasına ilişkin Jung’un endişelerine oldukça benzer. Jung, bu durumu şu şekilde değerlendirir:
Tarihsel dünyanın manevi olandan uzaklaşma süreci şimdiye kadar olduğu gibi devam ederse, dışımızdaki her türlü ilahi veya şeytani karakter tekrar psişeye, bilinmeyen insana, görünüşte ortaya çıktığı yere geri dönmelidir.
Weber ve Jung arasındaki bağlar, Roderick Main’in Breaking the Spell of Disenchantment (2022) adlı yeni kitabında dikkatle ortaya konmuştur. Main, Jung’un panenteist bir okumasının, dünyanın yeniden büyüleme sürecine yöneldiğini gösterir. Main’e göre, böylesi bir manevi yenilenmenin anahtarı, özellikle Jung’un Mysterium Conjunctionis’de ortaya koyduğu şekilde, simyanın rolüdür. Gerhard Dorn’un çalışmalarından ilham almıştır.
Jung’un, 1947’de “Psişenin Doğası Üzerine” adlı eserinde arketiplerin psişik boyutunu ifade etmeye başlamasıyla birlikte, arketip kavramına dair anlayışı genişledi. Eğer arketipler yalnızca insan zihinlerini değil, doğayı da yapılandırıyorsa, yukarıda bahsedilen ilahi veya şeytani gerçeklik boyutunun içselleştirilmesi artık yeterli değildir. Bunun yerine, kendimizi dünyada bütünün ayrılmaz bir parçası olarak deneyimlemenin daha kapsayıcı bir yoluna yöneltmeliyiz.
Jung’un arketip kavramını psişik bir boyutu içerecek şekilde genişletmesi, kısmen eşzamanlılık deneyimlerini daha iyi anlamasına bağlıydı. Wolfgang Pauli ile birlikte, bu tür olayların, bilim tarafından daha önce hayal edilmemiş bir şekilde öznel, iç dünyalar ve nesnel gerçeklik arasında bir bağlantı gerektirdiğini fark etmiştir. Açıkça ifade edilmemiş olsa da, eşzamanlılık çerçevesine psişik boyutun dahil edilmesi, bilimin ve dünyanın yeniden etkilenmesini teşvik edebilir. Bu henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olsa da, birçok disiplinde gerçeklik anlayışımızı yeniden gözden geçirme çabalarının potansiyel bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Jung’un katkıları, bu bağlamda yeniden ele alınmalıdır. Burada, onun çalışmaları, sürrealizmin erken dönem kadın sanatçılarının yaratıcı eserleriyle birleşerek, dünyanın yeniden etkilenmesine yönelik ortak bir arayışın tanınmasını sağlamaktadır. Bu bağlantılar ve onların katkılarındaki kehanet niteliğindeki yönler, 21. yüzyılda gerçekleşmekte olan değişimlere işaret ederek, gelecekte daha da önem kazanacaktır.
Özkan Eroğlu
Kaynak: https://jung.org/news/blog/170/170-Surrealism-2024-Re-enchantment-and-Jung-by-Joseph-Cambray