Ucube bir ruh, bir hayalet dolaşıyor bu ülkenin üstünde; medyasında, çarşı-pazarında, üniversitesinde, siyaset meydanı ve sanat-edebiyat dünyasında. Siz buna ister virüs deyin, isterseniz şeytan, iblis deyin; ya da daha ilginç deyişle, ortaçağ mezarlığından çıkıp gelmiş zombiler diyebilirsiniz. Türlü kılıklardaki bu ruhu/ruhları, yaşanan bütün kötülüklerin, alçaklıkların, ahlaki bozulma ve çürümenin, döneklik ve ihanetlerin kaynağı olarak değerlendirebilirsiniz. Doğrudur, ama yine de yetmez; çok daha “büyüleyici”, “inanılmaz”, şaşırtıcı marifetlere sahip bu ucube ruh.
Kimileri “çağın ruhu” diyor ona; çaresiz, teslimiyet kokan bir yorgunlukla. Kimileri ise, bütün sahtelikleriyle, ahlaksızlığın, alçaklığın ve bencilliğin bütün gözü karalığı ve arsızlığıyla bizim günlerimiz geldi diyerek içten içe sevinmekte. Kuşkusuz hem ekonomik, hem de düşünsel ve manevi olarak emperyalist sisteme ve eklentilerine egemen sınıfların ideolojik bakışını ve eğilimini yansıtır bunlar. Geçtiğimiz şu kırk yıllık dönemde yaşadık; her önüne gelen fırsatçı, toplumsal ve insani açıdan zararlı, kirli nitelikte yeni bir tarz, yeni bir plan, proje, imaj, değişiklik söz konusu olduğunda ne diyordu?: “Malum, globalleşme!..”
Bence buna “çağın gerici ruhu” demek çok daha gerçekçi bir tanımlamadır. Ancak bu ruhun gerici niteliğini ayırdedebilmek, bir hayli yüksek bilgi ve bilinci gerektiriyor. Çünkü, korona virüsü nasıl her türü koşula göre farklı versiyonlar gösterip bin bir kılığa girebiliyorsa, bu ucube ruh da bukalemun gibi her renge girebilen, her türlü maskeyi takınabilen, güncel deyişle çok yüksek renk değiştirme ve fırıldaklık yeteneğine sahiptir.
Bu fırıldaklık, yanardönerlik, ilke ve omurgadan, etiksel bağlamdan yoksunluk, şaşırtıcı, olağandışı bir durum değildir. Biçimin, görünüşün her şey, içeriğin, özün hiç bir şey olduğu bu “postmodern çağ”da, kuşkusuz, anlamsız ve kemiksiz söylem, laf cambazlığı, anlamsız renk ve biçin düzenlemeleri, yapaylaşmış, sahteleşmiş bir dünya olarak karşımızda boy gösteriyor. Sıradan, bayağı eşyaların, kullanılmış atık malzemelerin cilalanıp sanat diye yutturulduğu, eklektik taklitlere, dekoratif nitelikteki popüler, bayağı ve klişeleşmiş nesnelere dayanan, vasat, sıradan izleyiciye hitap eden kitsch sanat, bu fırıldaklık marifetinin sanat/çı olarak gizlendiği diğer önemli bir boyut.
Dünya çapında hâlâ belirleyici olan bu çürüme, bozulma ve çöküntü çağına -Batıcı entelektüeller bazen buna hibrit (melezleşme) diyorlar- ucubeleşme, omurgasızlaşma çağı da denebilir. Öyle ki, hiç bir dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde kişiliklerin içi ile dışının farklılaştığı bir çağda yaşamaktayız. içi muhafazakar dışı “devrimci”, içi şeytan dışı melek, için riyakar dışı dindar, içi namussuz dışı sütte çıkmış ak kaşık, içi yobaz dışı modern, içi şarlatan dışı bilim adamı, içi vatan satıcısı dışı vatansever vb ucube, sahte kişiliklerle karşı karşıyayız.
Postmodern kültürün en tipik özelliği, aydınlanma ve modernitenin devrimci ve ilerici içerikli kavramlarının içlerini boşaltıp sahteleştirmesidir. Dolayısıyla her şeyin sahteleştiği bu kültür ve sanat anlayışındaki amaç açıktır: Kitlelerin samimi olarak inandıkları devrimci değerleri benimser görünüp kapitalizmin gerici çıkarlarına uyumlu bir kültürel iklim yaratmak.
Nitelikli sanatın, aydınlanmacı, devrimci değer ve simgelerin başına gelen tam da budur. Vasatın, sıradan beğeninin, niteliğin değil niceliğin belirleyici hale geldiği, sanatçının bir fason üreticisi, bir teknik eleman, sanat eserinin sıradan bir meta olduğu bu Popüler Kültür ikliminin ruhu, ucube, omurgasız, kaypak, fırıldak bir ruhtur.
***
Günümüzde “sanat” adı altında yapılan, yüksek popülerlik kazanmış, “marka” olmuş, para kazandıran, büyük iş ve siyaset çevrelerinin ilgi, tanıtım ve desteğine mazhar olmuş öyle sanat ürünleri, etkinlikleri ve sanatçılar var ki, bunlara sanat demek ne mümkün! “Popüler kültür”ün, kitsch’leşmiş sanatın, daha da niteliksizleşmiş, bayağılaşmış olarak bize yansımalarıdır. Ürkütücü bir çoraklaşma, sığlaşma ve bayağılaşmanın ürünü olan bu sahte, niteliksiz ürün ve etkinlikler, hâlâ “çağdaş”, “kavramsal” ya da “güncel” sanat adı altında pazarlanmaya devam ediyor.
Ne hazindir ki, gerçek sanatçılar ve eleştirmenler sustuğu ya da karşı koyacak düzeyde derinlikli ve net yanıtları olmadığı için olsa gerek, meydan niteliksiz ve karşı-sanat ürünlerine kalıyor. Bir kısım sanat şarlatanları ve devşirilmiş gazeteci ve yazarlar da bunların “dünya çapında tanınmış sanatçı”lar olduğunun şaklabanlığını yapıyor.
Öyle bir algı üretim mekanizması ki, kendini “sanatçı” olarak pazarlayan kişinin eserinin sanatsal-estetik niteliğine bakılmıyor önce. Aksine önce küresel merkezlerin, ulusal kültür ve aydınlanma karşıtı, çoğulcu, kültürelci, etnik kimlikçi ölçütlerine uyup uymadığına bakılıyor. İkincisi, bu sanatçının göz doldurma, yani göz boyama yetenek ve üretkenliği geliyor. Üçüncü olarak ise, ürettiği eserden çok kendini pazarlama yeteneği, yani laf cambazlığındaki ustalığı, uyanıklığı ve girişkenliği dikkate önem kazanıyor.
Bu anlayış ve onun uygulanma planlarının arkasında daha kapsamlı ve inceltilmiş bir ideoloji, strateji ve taktikler bütününün yer aldığı kuşkusuz. Bilindiği gibi önce “sanat sanat içindir” anlayışı tekrardan canlandırılarak ve beraberinde “ideolojilerin, sosyalizmin sonu” denerek sanatın sınıfsal-ideolojik (ve siyasi) karakteri reddedildi. Böylece sıradan izleyici kitle, nitelikli ve devrimci sanat etkinliğinden kopartıldı. Nitelikli sanat ile sıradan, bayağı “sanat” arasındaki ayrım, “herkes sanatçı” ve “her şey sanat” denerek ortadan kaldırıldı. Sonra asıl ideolojik-siyasi amaç gündeme sokuldu ve böylece sıra sanatın, küreselci emperyalist proje ve siyasetlerin doğrudan hizmetine sokulmasına geldi.
İşte, devşirme, fırıldak, para düşkünü, ruhunu satmış “sanatçı” tipi tam da bu noktada, FETÖ’cü Taraf ‘ın “taraf olmayan bertaraf olur” cesaretiyle (!) devreye sokuldu. Dün reddedilen sanat-siyaset ilişkisi, içi boşaltılıp çarpıtılarak devralınan Marksizmin bu konudaki kavramları da kullanılarak, bugün ikiyüzlüce savunulur ve kullanılır hale geldi. Liberalleşmiş ya da “yenilik” budalası ve postmodern sahteleştirme operasyonunu kavrayamayan bir çok sosyalist, solcu da ne yazık ki bu inceltilmiş zokayı bir güzel yuttu.
Bu arada şunu da vurgulayalım: Sözkonusu çürüme, yozlaşma ve çöplük sanatına karşı henüz güçlü bir ulusal ve toplumsal sanat hareketi ortaya çıkmadığı için bunlar yaşanmaktadır. Halk deyişiyle bir anlamda sürü tersine dönmüştür ve en uyuz keçi başa geçmiştir.
Sanat ve edebiyatın onurunu kurtarabilmesi, niteliğe, derinlikli bir çabaya odaklanmakla mümkün. Aydınlanmacı ulusal bir senteze dayanan antiemperyalist, toplumcu ve yaratıcı bir atılım demektir bu. Derinleşme ve estetik niteliğe vurgu, kaybolan, sürgün edilen, dışlanan içeriğin ve anlamın geri dönmesi değildir sadece. Çünkü böyle bir yer değiştirme, içerik her şey, biçim hiçbir şey gibi, estetik ruhunu yitiren ve sığlaştıran bir anlayışa da yol açabiliyor. Her iki estetik karşıtı eğilim, ya sanatı toplumcu ve devrimci siyasetin düz, kaba bir savunusuna, ya da tekelci sermayenin reklamına kurban etmektedir. Önemli olan, içeriğin, çağın devrimci ruhunu ve enerjisini yansıtacak yüksek bir estetik kavrayışla sunulup sunulmamasıdır.
***
Bu perspektif ışığında ulusal ve evrensel sanatın büyük resmine baktığımızda, öne çıkarılan şey, emperyalist kültür merkezlerince desteklenen, popüler kültür endüstrisinin fazlasıyla parlattığı, şişirdiği, niteliksiz, ucube ve sahte bir sanattır. Türkiye gerçekliğinde, bu kültür ve projenin birer halkası olarak, özellikle Ermeni soykırımı yalanına ve Kürt etnik bölücülüğüne destek noktasında test edilerek Sevrcileştirilen ve devşirilen bir çok aydın ve sanatçı vardır. Bunların içinde yetenek, üretkenlikleriyle öne çıkarılıp popülerleştirilen iki figür vardır: Edebiyatta Orhan Pamuk, görsel sanatlarda Ahmet Güneştekin.
Orhan Pamuk’la ilgili hemen her şey söylendi sanırım. Modern ya da modernist sanat çevrelerinin ve eleştirmenlerinin bile sanatçı olarak kabul etmediği Güneştekin’in bu kadar popüler olmasının sırrı ise, kuşkusuz yukarıdaki büyük resimde ve arkasındaki projede saklıdır. Sanatçı nitelemesini içeren ne kadar kavram ve ölçüt varsa alt alta, yan yana koyup bakalım, yine de bir sanatçı çıkaramayacağımız bu üretken, üstün iletişim yetenekli ve tüccar figürü, sistemin güçleri, sınıfsal sezgi ve deneyimleriyle tam da aradıkları “sanatçı” tipi olarak şişiriyor, köpürtüyor ve gözümüze sokuyor.
Kuşkusuz Güneştekin’in keşfedilmesinin ve “kullanışlı eleman” olarak görülmesinin birincil nedeni, Kürt kökenli olmasıdır, bunu kuvvetlendiren diğer bir etken ise, kedisinin de ifade ettiği gibi, aynı zamanda Ermeni bir kökene de sahip olmasıdır. Bir Anadolu gerçeği olan bu özellikler, bir Türk yurttaşı açısından en ufak bir eleştiri, kusur konusu olarak görülemez. Ancak, tam da bu dönemde kullanmak için, işbirlikçi iktidarların gafletiyle 70 yıldır Anadolu insanının etnik, mehepsel haritasını en ince ayrıntılarına kadar çıkartan ABD/CIA için bu özellik çoktan biliniyordu ve üzerinde planlar yapılıyordu. Nasıl Tayyip Erdoğan’ın, Kemal Kılçdaroğlu’nun etnik kökeni, mezhepsel, inançsal yapısı, aile şeceresi çok önceden biliniyor ve kullanılmaları için fırsat kollanıyorduysa… İkincil ve daha önemli neden ise, onun, gerek sanatsal gerek diğer bakımlardan, Kemalist Devrim ve Cumhuriyet karşıtı bütün düşünce ve davranışlarıyla, açık veya kapalı, “gelin beni kullanın” diyen fikri ve pratiğiyle şöhret sahnesinde boy gösteriyor olmasıdır.
Tekrar vurgulayalım; sorun kesinlikle onun bir alt kimlik olarak Kürt kökenli olması değildir. Çünkü Kürt kökenli olup da sanatının emperyalizmin hizmetine sunulmasına asla izin vermeyen, Türkiye’nin bağımsızlığı konusunda son derece tutarlı ve duyarlı bir çok sanatçı vardır. Bu nedenle sorun, nedeni ne olursa olsun, sanatını, üst kimlik olarak Türk milletini -dolayısıyla Kürt kökenli yurttaşı da- madden ve manen ezen, köleleştiren; en temel insani varoluş hakkı olan toplumun/ulusun özgürlüğü ile birlikte bireylerin yaratıcı yeteneklerini de boğan, yok eden emperyalist küreselci stratejilerin hizmetine sunup sunmadığıdır. Çağımızda bir sanatın, sahte veya gerçek olup olmamasının birincil ölçütü budur; hem toplumsal ve siyasal içerik, hem de biçim açısından…
***
Güneştekin’in, öne çıkan, gerçek bir sanatçı için asla bir kişilik, saygınlık ölçütü olamayacak şişirme, abartılı, gösterişli duruş ve özelliklerine baktığımızda, bir sanatçıdan çok çağın iletişim-reklam teknik ve yöntemlerini çok iyi bilen-beceren, para kazanmanın sırlarına vakıf bir tüccarla karşı karşıya olduğumuzu farkederiz. Sanat eleştirmeni Ali Artun‘un deyişiyle, iletişim mahareti sayesinde son yıllarda “ciddi bir balon oluşturmayı beceren Ahmet Güneştekin’in, İstanbul’un sanat fabrikatörü olduğu” vurgusu, bu sahte sanat olayının sırlarına bizi bir adım daha yaklaştırıyor. Büyük mali güce sahip ve büyük siyasal amaçlı sponsorlarla gerçekleştirilen sergiler, ilişkiler ve propaganda mekanizması, sözde sanatçının bir proje elemanı olduğu kanısını daha da belirginleştiriyor.
Yapılan övgülere bakarak varsayalım ki Güneştekin, son derece zeki, çok çalışkan, insan ilişkilerinde yetenekli, hoş sohbet, hatta çok dürüst, namuslu vb… Ayrıca son derece uyanık, girişken ve girişimci olduğu da tartışma götürmez. Bütün bunlar, ne kadar vurgulanırsa vurgulansın, onun eserlerinin estetik-sanatsal niteliği için asla bir ölçüt, olumlu bir gösterge olamaz. Tam karşıtı bir örnek vermek gerekirse; adam kavgacı, geçimsiz, asık suratlı, içine kapanık, toplumsal ilişkilerinde sorunlu, ama eserleri dahice… Bir çok büyük, dahi sanatçıda gördüğümüz bu duruma ne demeli?
Çünkü onlar, yaratıcı iç dünyalarında öyle dürüst, namuslu, samimi ki, bütün enerjilerini, kısa vadeli çıkar sağlama amaçlı günlük yatay, sahte ve sığ ilişkilere değil, hakikate yürekten derin bir adanmışlıkla çok daha yüksek, dikey-derinlikli, üretici ve yaratıcı çalışmalara vermektedirler. Böylece onlar enerjilerini ve sevgilerini, yapıtları üzerinden çok daha nitelikli ve kalıcı toplumsal, insani ilişkilere, yani ideallere harcamaktadırlar. Hangisi daha çok insan sevgisi ve insanlığa hizmet değeri taşımaktadır? Başka türlü gerçek sanatçı olunamaz zaten. Örneğin Van Gogh gibi bu nitelikte çok sayıda büyük, dahi sanatçı, edebiyatçı olduğunu biliyoruz. Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Stendhal, özel hayatlarında çok ciddi sorunlar yaşayan dehalardır. Hatta diyebiliriz ki, büyük yaratıcı yetenekler, toplumsal ilişkilerinde, hele ekonomik ticari konularda, çevreleriyle ilişkilerinde genellikle kötüdürler, başarısızdırlar.
Yapılan gösterişli ve tantanalı tanıtımlarda en dikkati çeken unsurlar, dünyanın bir çok kentinde gerçekleştirilen sergiler ve çevresinde oluşan ve ona övgüler düzen siyasetçi, işadamı ve yazarlar takımıdır. Türkiye’den kendini kanıtlamış hiç bir gerçek sanatçının kolay kolay ulaşamayacağı, ancak büyük sermaye çevrelerinin veya siyasal güçlerin parasal desteği ve kayırmasıyla ulaşılabilecek, New York, Berlin, Venedik, Miami, Hong Kong, Barselona, Madrid, Budapeşte, Atina, Selanik, Cenevre, Viyana, Bakü, Peç, Brandenburg, Weilburg, Dresden ve Amsterdam’da sergiler gerçekleştirmesi fazlasıyla düşündürücü değil mi? Düşündürücü olmaktan öte, bütün bunlar, sanat olmayan bir sahte sanatı parlatıp cilalayıp yutturma uyanıklığının arkasında ne tür bir dalavere çevrildiğini göstermiyor mu?
Ayrıca bu, karganın bülbül diye yutturulması uyanıklığında, büyük romancı Yaşar Kemal‘in de, bir gaflet dönemi zaafı olarak gördüğüm, ona el veren, kollayan, hamilik yapan tavrının payı vardır. Bilindiği gibi, neoliberal çokkültürcülüğün, etnik, dinsel özgürlükçülüğün büyük yükseliş içinde olduğu 1980’ler ve 90’larda Yaşar Kemal ve Adalet Ağaoğlu gibi yazarlar bu dalganın içinde ve bir süre önlerinde yer aldılar. İşte 90’ların bu savrulma sürecinde Yaşar Kemal bir Kürt kökenli olarak Güneştekin’e arka çıktı; sanatının niteliksizliğine pek kafa yormadan bakmadan. O günlerden sonra Güneştekin bu ilişkiyi, “ben Yaşar Kemal’in manevi oğluyum” diyerek bol bol kullandı.
Öte yandan, aynı tabloyu tamamlayan önde gelen küreselci sermaye temsilcilerinin maddi ve manevi desteği, sözkonusu sanatın Türk Devrimi ve Cumhuriyet karşıtı içeriğini büyük ölçüde açıklıyor aslında. İş dünyasından Aydın Doğan, Ahmet Çalık, Mehmet Şimşek, Fettah Tamince, Leyla Alaton, “Ahmet Güneştekin’in her eseri bir romandır!” başlıklı uzun bir övgü makalesi yazan Murat Ülker gibi şahsiyetlerin desteği; Ekrem İmamoğlu, Ertuğrul Özkök, Güneri Cıvaoğlu, Nihal Bengisu Karaca, Akif Beki gibi neoliberal ve Osmanlıcı proje ve siyasetlerin popüler temsilcilerinin sergilerde özellikle boy göstermeleri, kuşkusuz ideolojik-siyasal bir anlam taşımaktadır. Şimdi de İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in ana sponsorluğunda mübadeleyi konu alan “Gavur Mahallesi” sergisi gündemde.
Güneştekin’in, Azebaycan Devlet Başkanı Aliyev’in yakın çevresinin de içinde olduğu uluslararası ekonomik-siyasal güçlere kadar giden sponsor desteğini biraz daha somutlaştıralım isterseniz. Güneştekin’in baş destekçisi Doğu Beyazıtlı (köken olarak Kürt, Azeri ya da ya da bir iddiaya göre büyük çıkarları gereği Kürt kimliğinden Azeri kimliğine geçmiş) Hassan Gözel ile ticari ortaklık ilişkisi içinde olan Aliyev‘in eşi ve kızlarının da işin içinde olduğu Bakü’de düzenlenen bir enstelasyon sergisine göz atalım. Sergi, Dubai merkezli uluslararası bir şirket olan Hassan Gözel ve Aliyev’in kızlarının ortak ortağı olduğu Daax Corporation’ın sponsorluğu ile New York merkezli Marlborough Gallery’nin sunumunda gerçekleştiriliyor. Sergideki 35 ton alüminyum kullanılarak imal edilen 22.000 parça boynuz ile kurukafadan oluşan “Ölümsüzlük Odası”, İstanbul’dan Bakü’ye 4 TIR ile taşınıyor. Bu gösterinin ekonomik bilançosunu artık siz düşünün.
Onun kültür ve sanat dünyasında ne eleştirilmeye ve ne de övülmeye değer bir sanatçı olmadığını, sanattan anlayan herkes kabul ediyor. Amerikancı postmodernist sanat anlayışının Türkiye’deki önemli temsilcilerinden olan tanınmış galerici Yahşi Baraz bile bunu, bir taraftan onu kollamaya çalışırken, diğer taraftan çok açık olarak itiraf ediyor. Baraz’ın şu yaklaşımı, sanata çifte standartlı bakışını çok güzel yansıtıyor: “Bugün kime sorsanız Güneştekin’i sanatçı olarak görmez, ama ben Ahmet Güneştekin’in çabasını desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sanatı yeniden gündeme getirmesi bakımından önemsiyorum.”
***
Bu ideolojik ve siyasal nitelikli vurgular aslında sahte sanat anlayışının eleştirisi için yeterli bence. Çünkü, Benjamin’in vurgusuyla, sanat eleştirisinin bir eşik ya da sınır ilkesi vardır. O sınır, bir eserin önce, eksiğiyle, kusuruyla bir sanat niteliğine sahip olması gerektiğidir. Değilse, bu niteliklere sahip olmayan bir eser için eleştirinin hiç bir yararı ve anlamı olmaz. Bu nedenle, “Kötü olanın eleştirilemezliği ilkesi”ne göre, o ya yok hükmünde ilan edilir ya da “ironik bir biçimde övülerek” çürütülür. Bu nedenle Ahmet Güneştekin’in yaptıkları, Benjamin’in deyişiyle eleştirilemez, eleştirilecek nitelikten yoksundur.
Yine de ben, Türkiye’nin kendine özgü gerçekliğinden bakıldığında, neden sanat olmadığını açıklama bağlamında tartışmanın sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum. Üstelik, bugün sanat-edebiyat dünyasında bir karşıdevrim yaşandığını ve estetik nitelik ölçütünün çok alt düzeylere çekildiğini, hatta neredeyse ortadan kaldırıldığını düşünürsek, tartışmanın ana eksenini sanat ve sahte sanat çatışmasının oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ahmet Güneştekin’in “kavramsal sanat” anlayışı ile gerçekleştirdiği bütün sergi etkinliklerini, kendisinin de konuşma ve söyleşilerinde ifade ettiği şu üç anahtar kavram altında toplamak mümkün: 1) Çağının tanığı olmak; 2) Geçmişle -ya da tarihle- yüzleşmek; 3) Çoğulculuk, çokkültürcülük. Neoliberal-postmodern ideolojik bakışı yansıtan bu kavramların dayandırıldığı temalar da, ağırlıklı olarak, Türk Devriminin, uluslaşma ve modernleşme programıyla özümleyip aştığı Osmanlı kültürünün ögeleri olan etnik, dinsel kimliklere “özgürlük” vurgusuna dayanır.
Yani emperyalist stratejilerin hizmetinde “insan hakları”, “özgürlük”, “hak ve adalet” aranmakta, ulusal ve demokratik devrim dinamiklerinden hesap sorulmak istenmektedir. Geçtiğimiz 40 yıldır neoliberal odakların gına getirircesine tekrarladığı bu ezberlenmiş kavramlaştırmalar, sanatımsı etkinlikler, “dünya çapında sanatçı” palavralarıyla aslında küreselci etnik bölücülüğün çok bilinen söylemleridir.
İkinci ve üçüncü maddeler, sanatçımızın ideolojik ve kültürel duruşunu yeterince ele veriyor. Birinci madde ise, sanatının sahte ve bayağı niteliğini gizleyen bir örtüdür. Çünkü, genellikle bütün sanatçılar, çağının tanığı olmayı savunur; hatta en gerçek karşıtı sanatçı bile kendine has bir yorum ve gerekçeyle gerçekleri yansıttığını iddia eder. Oysa, “çağının tanığı olmak”, sanatın ve estetiğin diğer temel özelliklerinden yoksunsa, hiç bir sanatsal değer taşımaz. O nedenle gerçek bir sanatçı, her türlü şarlatan, demagog ve sahte sanatçının kullandığı böylesi örtülere pek ihtiyaç duymaz.
Bilim, ahlak ve siyasetin de paylaştığı “çağının tanığı olmak”, çağı değiştirmeyi amaçlamadıkça gerçekliği bile tam yansıtmaz, yarım ya da çarpık yansıtır. Bu nedenle, gerçek bir sanat eserinde dünyayı değiştirme ideali ve enerjisi içerilmeli, mutlaka estetik bir anlatım ve üslup, benzersizlik ve özgünlük olmalıdır. Yani sanat yapıtı, izleyicisine, çağı değiştirme; doğayı ve içinde yaşadığı toplumsal yaşamı dönüştürüp ve yeniden kurma idealini, duygu ve düşüncesini, çizgiler, renkler, figürler kompozisyonuyla imgeleştirerek estetik bir biçimde verebilmelidir. Bütün bunlar sanat eserinde yoksa, yapılan şey, sıradan bir siyasal gösteriden öteye gitmez.
Bir katman daha derinleşmeye çalışalım. Güneştekin’in “Hafıza Odası” adıyla Diyarbakır’da, mübadeleyi konu alan “Gavur Mahallesi” adıyla İzmir’de gerçekleştirdiği sergilerde ve ek olarak İstanbul’da gerçekleştirdiği “Kostantiniye” gösterisinde vermek istediği mesajların ortak bir paydası vardır: “Tarihle yüzleşme”ye vurgu ve çokkültürcülük ve çoğulculuğun savunusu. Bu sergilerde gerçekleştirilen ve çeşitli renklere boyanmış kuru kafalar ve ayakkabılar, bavullar, sandıklar, tabutlardan oluşan enstelasyon gösterisi, postmodern “Güncel” ya da “Kavramsal Sanat”ın tipik malzeme ve motifleridir. Bilindiği gibi enstelasyon, tam da Güneştekin’in “performansında” gösterildiği gibi, her şeyin ve herkesin, herhangi bir estetik-sanatsal çaba ve yoruma gereksinim duymadan, sanat olabileceği, her türlü kullanılmış eşyanın, belli bir kavramın çatısı altında eklektik olarak bir araya getirildiği, estetikten, bütünlükten, kalıcılıktan, insanın ruhsal arınma ve kendine aşma deneyimi üzerinden yetkinleşmesi amacından yoksun bir gösteridir.
Güneştekin’in bu veya başka sergilerinde gösterilen, Anadolu ve Mezopotamya kültürünü simgeleştiren figür ve motiflerden beslenerek yaptığını iddia ettiği diğer tablolara gelince… Anadolu’ya özgü bazı motiflerin kullanıldığı bu resimlerin ortak özelliği, sanat eserinden çok, İslam ve Osmanlı sanatındaki egemen üslup olan geometrik şekillerin çeşitli bileşimlerinden ve bunların zengin, göz alıcı renklendirmesinden oluşmasıdır. Bunlar, estetik bir yaratıcılıktan çok zanaat emeğine dayanan bir süsleme ve dekorasyon sanatı niteliğindedirler.
Bu tarzın popüler kültür ve postmodernist sanatta daha gelişmiş ve en belirgin biçimini Andy Warhol temsil etmektedir. Günlük yaşamı yorum yapmaksızın olduğu gibi yansıtmayı savunan ve bu bağlamda, yaratıcılığı, üslubu, özgünlüğü reddeden Warholl, nitelikli yüksek sanata karşıtlığın da öncülüğünü yapmıştır. Warholl, yüksek sanata karşı çıkıp sıradan kitlenin beğeni ölçütlerini esas alarak ve Maryln Monreo gibi popüler aktristlerin portlerini boyayıp çoğaltarak, Koka Kola vb ürünlerin reklam afişlerini üreterek ve bunları poster yapıp satarak para kazanmayı amaçladığını açıkça savunmuştur. Bu anlayışa göre bir ayakkabı, bir koltuk, bir bardak, bir artistin resmi, bir elma, bir muz, bir kül tablası, çöp kutusu vb sanat eseri olabiliyor.
İşte, Güneştekin’in esinlendiği ve ilkeleştirdiği “çağının tanığı olma”nın tipik Warholl yorumu. Özetle, burada sanatçılık zanaattan da daha alt bir düzeye indirgeniyor. Daha teorik ifadeyle, sanatçı özne ortadan kalkıyor, herkes sanatçı, her şey sanat olabiliyor. Yani becerikli ve uyanık bir malzeme toplayıcı, boyayıcı, dekorasyoncu, süsleyici ve pazarlamacı “başarılı” bir sanatçı olabiliyor.
“Hafıza odası”, “tanıklık”, “yüzleşmek” gibi kavramlarla, uyanık ve girişimci”bir maharetle sanatı değil zanaatı öne çıkaran tavrıyla Güneştekin, Warhol’dan besleniyor, ama bunları Warhol’dan farklı biçimde ideoloji ve siyasetin kaba bir aracı olarak kullanıyor. Warhol’daki eksikliği, kullandığı geometrik şekiller, içiçe geçmiş daireler, kareler, üçgenler, silindirler ve bunların çeşitli kombinezonlarından oluşan çok renkli mekanik soyutlamalarla daha çok Macar Asıllı ressam Victor Vasarelli‘nin tarzını tekrar ederek, hatta yer yer bire bir kopya ederek gideriyor.
Anadolu kültürünü yansıtan simgeler, motifler ne oldu derseniz, bunlar yanıltmamalı izleyiciyi. Söz konusu tarihsel, kültürel motiflerin işlevi, kendi özgün sanatsal mirasımızın çağdaş estetik bir yorumla yansıtılması biçiminde gerçekleşmiyor. Aksine buradaki yorumun esas kaynağı, popüler kültürün Andy Warhol ile markalaşan anti sanat içeriğindedir. Anadolu motifleri de bu sahte sanatın bir örtüsü oluyor. Dolayısıyla Güneştekin’in yorumuyla Anadolu motifleri ve simgeleri, bu coğrafyada bin yıldır mayalanıp senteze ulaşan bağımsızlık, birlik ve kardeşliğin çağımızdaki en üst ifadesi olan ulusal bütünlüğe ruh veren özgün işlevlerinden, bağlamlarından kopartılmakta, emperyalist Batı’nın bu bütünlüğü ve ruhu parçalama projelerinin hizmetine sunulmaktadır.
Özetle, özgürlüğü zorunlulukların kavranması olarak anlarsak, Anadolu’da bireyleri, sanatçıları özgürlüğe, özgür sanatsal yaratıcılıklara götürmede biri doğru biri yanlış iki karşıt strateji vardır. Biri emperyalizm damgalı ve sahte olandır, diğeri ulusal kültür ve değerlerin, emekçilerin damgasını taşır ve gerçek olandır. Gerçek ve sahte özgürlüğe götüren hangi trene binersen bin, onun zorunluluk yasalarına uymak zorundasın.
***
Toparlarsak; en genel anlamda bir sanat eserinin estetik niteliğini belirleyen şu üç ilkeyi vurgulamak gerekiyor: Birincisi, insanın doğa -ve kendi doğası- ile ilişkisi. Geldiğimiz eşikte bu ilişki, doğaya egemen olmak değil artık, kapitalizm kaynaklı bu yıkıcılığı ortadan kaldırıp, kendi doğasını da derinlemesine keşfeden insanın doğayla barışını, uyumunu amaçlamak olmalı. Yani insanın içsel ve dışsal doğasının bütünlüğü amaç olmalı.
İkincisi, toplumla birey arasındaki ilişkinin doğru kavranması ve kurulmasıdır. Burada, kapitalizmin bireyci kişiliğinden kesinlikle farklı ve ona karşıt bir birey olmak, kişilik olmaktan sözedebiliriz. Bu noktada anahtar kavram, sınıflı toplumlarla birlikte bireyin yaşadığı emeğine ve kendine yabancılaşmasına son verme mücadelesidir. Marksizmin sınıfsız toplumda gerçekleşeceğini öngördüğü, bütün yabancılaşma etkenlerinden kurtulan ve kendi bütünlüğüne kavuşan bireyin yaratıcı yeteneklerinin önündeki bütün engellerin kalkmasıyla gerçekleşecektir.
Üçüncüsü ise, insanlığın özgürlük ve eşitlik ideallerinin, ulusal çerçeve ve bütünlüklerde özgün biçimler, zenginlikler ve yollar, yöntemler keşfederek gerçekleşmesidir. Kuşkusuz bütün bunların, özgürlük ve zorunluluk ilişkisi temelinde kavranması gerekiyor.
Bu bağlamlarda, emperyalist siyaset ve kültür-sanat projelerinin bir parçası olarak, Türk Devriminin yüz yıllık uluslaşma ve aydınlanma kazanımlarını “tarihle yüzleşme” adı altında sorgulayarak ve Osmanlı ortaçağının kültürel kimliklerini yeniden canlandırarak çağdaş ve estetik nitelikte bir sanat üretilemez. Benim gönlüm, yeteneğim, duygu ve düşüncelerim böyle bir sanat yapmamı istiyor denebilir. Ama bu özgürlük, tarihsel ve toplumsal zorunlulukların bilincine vurulduğunda, bir sanat eseri için yetmiyor.
Goethe‘nin deyişiyle sanatın işlevi, tekil olandaki evrensel içerik ve anlamı ortaya çıkarabilmektir. Buradaki tekil, hiçbir dış etken tarafından belirlenmeyen, bağımsız, özgül, yerel veya otantik olandır. Çağımız dünyasında tekil ve özgül olan, ancak ulusal bir bütünlüğün parçası olarak doğallığını, saflığını koruyabilmektedir. O nedenle sanattaki evrensel niteliğe ve kalıcılığa giden yol, ulusal bir biçim ve karaktere bürünmekten geçiyor. Çağdaş bir sanatın estetik düzeyini, halkların, bireylerin, etnik kültürlerin, mezheplerin yaşadıkları trajedilerin, acıların emperyalist projelerde birer sahte özgürlük motif olarak yer alması belirlemez. Ki aynı acıları değişik biçimlerde, bağımsızlık ve özgürlüğün bir bedeli olarak bütün uluslar yaşamıştır ve yaşamaktadır. Onların, insanlığın gelişip yetkinleşmesine, özgürlük ve eşitlik ideallerine hizmet edip etmemesi belirler.*
Mehmet Ulusoy
* Bu konularda Bkz. Mehmet Ulusoy, Çürümenin Estetiği, Berfin Yayınları, İstanbul 2019. Ayrıca aynı yayınevinden yeni çıkan Asya Çağında Kültür ve Sanat başlıklı kitabımı da öneriyorum.
Tşkrler..
yazarın çoğu söylediğine katılıyorum, kitabı da okuyacağım