Kat kat bulutlardan kurtulan yağmur, kırmızı parke taşların üzerine çilesini dökerken, çıplak ıhlamur ağaçlarını okşayarak uzaklaşan rüzgarın uğultusu, gözlerden akan damla damla yaşlar, soğuk parmak uçları; garip bir sevgiyi özlüyorlardı. Kara bulutlara inat, yağmur damlalarıyla parlayan demir yolu raylarının üzerinde zamanın ruhsuzluğu ve kasvetli havası okunuyordu. Mevsim bahara girmek için sabırsızlansa da, günler ağır ve yorgundu. Melankoli tüm hassaslığıyla kentin üzerinde kuş bakışı süzülüyor, konacak yuvalanacak bir omuz arıyordu. Evlerin balkonları, çatıların bacaları, binaların giriş kapıları, dükkanların vitrinleri, dizlerinin üstüne çömelmiş mendil satan çocuklar, yarını umursamadan göz göze gelmiş gençler, son demlerini huzur içinde geçirmek isteyen yaşlılar, sokak hayvanları, göçmeyen kuşlar… Uzun ve karanlık bir tünelin sonundaki ışığı beklercesine umutlarını düşlerini yaşamlarını şimdilik bir kenara yazmışlar, karanlık günlerin geçmesini bekliyorlardı. İnsanlar aşkın bedende vücut bulmuş iki halinden habersizdiler, yani kolların sarıp sarmalayacak ve gözlerin pırıl pırıl ışıldayan kuvvetini, aşkın esrarengiz simyasını ve canlılıklarını unutmuş gibiydiler.
Çıplak ağaç dallarına tutunmuş yağmur taneleri, ağaçların dallarını inci gibi süslerken, telaşlı ve aceleci yürüyen, saçı başı dağınık, üstü başı kir içinde genç fakat deli bir kadın ağzına götürdüğü sigarasını yakmaya çalışıyordu. Sigarası ve çakmağını bir türlü uyum içinde buluşturamıyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı siyah şemsiyesi düştü düşecekti. Sigarasını yakmak için, ciğerlerine çekeceği soğuk havayı iyi ayarlayamadığından olsa gerek ya da aklıyla diğer uzuvlarının birbirleriyle kavgasından, beyninde yaşadığı karmaşadan, esen rüzgardan kalitesiz ucuz çakmaktan veyahut sarma işi ucuz sigarasından mı yoksa hayatın yeni bir cilvesi mi, bir türlü istediği zafere ulaşamıyordu. Ulaşamadıkça siyah kirli gözlerinin akı büyüyor, koyu renkli dalgalı yağlı saçları ince ince yağan yağmurda daha da kirli görünüyordu. Nihayet sigarasını yakmak için dulda fakat ruhsuz bir binanın saçaklarının altına sığındı. Siyah şemsiyesini koltuğun altından alıp, bacakları arasına yerleştirdi. Ucuz çakmağıyla yaktığı sigarasından ciğerlerine çektiği dumanı, çatlamış ve siyahlaşmış dudakları arasından hazin rüzgara savurdu. Hazin ama sağlam esen rüzgardan mı yoksa ağaçların çıplaklığından mı kahverengi ağaç dallarına tutunmuş inci yağmur taneleri bir bir yere düşüyorlardı. Kadın, kirli sol elini eskimiş siyah paltosunun cebine soktuğunda yanında kibirle dikilen adamı fark etti. Kirli ama şimdi aynı zamanda kızgın olan gözleriyle adama düşmanca bir bakış fırlattı. Her halinden şehirler arası bir yolcu olduğu anlaşılan adam deli ve kirli kadının bakışlarından ya da kokusundan rahatsız olmuş olacak ki kadının yanından bir suçlu gibi uzaklaştı. Uzaklaşırken de dudaklarından dökülen şu cümleleri sarf etti. “Pis deli karı.” Bu sözleri sarf eden adamın hızlı ve çarpık adımları kendisini kadından kurtarmaya yetmedi… Adamın ne söylediğini duyan kadının kirli zayıf parmakları ıslak yakasındaydı. Kadının tüm bağırışlarını, küfürlerini, anlamsız sözlerini hatta entelektüel diyebileceğimiz birkaç cümlesini, benle birlikte etrafta bulunan diğer insancıklarda bir karnaval havasında hayretle izliyorduk. Hiçbir koşulda eşit olmayan böylesi bir kavga izleyen insancıklara iyi bir seyir gibi geliyor olmalıydı. Yoksa bunca telaş ve koşuşturma arasında. Her işin acil, acil her işin önemli olduğu ve kendi zamanını kullanamayan çağımızın köleleri bir anlığına kendilerine satılmayan gösteriyi vakit ayırarak izlerler miydi?
Bir anlığına da olsun insancıklar kendi hayatlarındaki onca dertten beladan tasadan kötümser gidişten kurtulup buldukları bu beleş sokak tiyatrosunu ömürleri boyunca ulaşamadıkları ulaşamayacakları hazla izlerler miydi? Böylesi hayat tiyatrosu her zaman insanın karşısına çıkacak şeyler olmadığından hazzın son kırıntısına kadar almak gerekirdi. Kimi insancıklarda hazzı artırmak adına oyuna dahil olur, eğer kadın genç güzel alımlı ve çekiciyse kahraman erkekler kadının yanında cesurca yer alırlar. Kadınlarsa böylesine nazik genç ve güzel kadınların hırpalanmasına vicdanlarının el vermeyeceğini kanıtlamak için ateşli öfkelerini erkeğe yöneltmekten başka ne yapabilirlerdi?
Fakat bizim deli ve kirli kadının hiçbir çekiciliği olmadığı için erkekler sadece karnavalı seyre dalmışlardı. Kadınlarsa, kadınlık onurunu ayaklar altına alan iki eli bir erkeğin yakasında salya sümükler içinde küfürler savuran kadını suçluyorlardı. Kadın olmanın zarif ve inceliğinden çok uzaklarda eli tanımadığı bir erkeğin yakasında ağzında ucuz bir sigarayla belalı bir kadın, tüm kadınların yüz karasıydı. Kadınları utandıran bu lanetli kadının yaptıkları asla onaylanamazdı. Etraf kalabalıklaştıkça yüzündeki ben buraların yabancısıyım ifadesi artan adamın korkusu da gitgide artıyordu. Artan korkunun vermiş olduğu cesaretten olsa, güçlü kuvvetli kolları ve kalın kısa parmaklarını kullanarak deli kadının kirli ve ince ellerini yakasından indirmeyi başardı. Kadın ağzından yere düşürdüğü ıslak sigarasını aldıktan sonra anlamsız söylenmelerine devam ediyordu… Adam kızarmış surat ifadesi ve yabancı bakışlarıyla uzaklaşınca seyircilerde yavaş yavaş kendi işlerine dönmeye başladılar… Kadın sigarasını içmeye devam ederken, bir yandan da yere eğilmiş, yere döküldüğünü söylediği nar tanelerini toplamaya çalışıyordu. Bir yandan dağılan kalabalığı kolluyor bir yandan her tarafın berbat olduğunu söyleyerek diz kapaklarını çamurlu ve ıslak kaldırımla buluşturuyor, ıslanan elini kirli sarı kazağına sürerken ağzından şu kelimeler dökülüyordu:
“Her yere saçıldı.”
“Kaç defa söyledim nar tanelerini saçma.”
Dünyanın en işsiz güçsüz adamı gibi duran bana, kirli gözleriyle baktı. Kadının bakışı umursamaz ve acınası bir bakıştı. Eğer sizde kalabalıklar içinde eliniz cebinizde yağan yağmura aldırış etmeden yüzünüzde hangi yöne gideceğinizi bilmeyen bir ifadeyle kuru dal gibi dikilirseniz “deliler hariç” hiçbir canlı sizinle ilgilenmez… Kirli ve deli kadın toplamış gibi yaptığı saçılan nar tanelerini sokak lambalarının altına konmuş zamanın zevksizliğini ve hoyratlığını en güzel anlatan çöp tenekesinin içine attı. Şemsiyesini açtı, şemsiyenin kırık dallarının çıplaklığıyla kalabalıklar içine daldı. Ben bir anlığına da olsa sokağın saçılan nar tanelerinden temizlendiğini düşünmüştüm. Hazlar cümbüşü dağılmış sokak ve kent eski köhne koğuşuna dönmüştü. Yaşanan bu olayı evde anlatma gereği duyacak birkaç haz severi saymazsak rüzgarla birlikte bir iki ömür ve onları izleyen diğer ömürler savrulup uzaklaştılar. Çok kısa bir süre sonra hiçbir benlik nereden çıktığı, neden yaşandığı anlaşılmayan bu küçük çaplı olayı sonsuza dek hatırlamayacaktır. Ama bundan bir yıl önce insanlar saçılmış nar tanelerini toplayan kadını televizyonda izlerken bütün vicdanlarıyla feryat figan etmişler ve kimileri ağladıktan sonra çocuklarına sarılmıştılar…
Televizyon denen kutuda ve haftalarca gazetelerin üçüncü sayfalarında kadının resmi poz poz basıldığında yine üstü başı dağınık saçları ıslak ve gözleri suluydu. Etrafında kadına yardım etmek için koşuşturan resmi gayri resmi insancıklar, tepe lambası mavi kırmızı ışıklı araçlar. Çeşit çeşit üniformalılar, siyah arabalı yöneticiler, etrafta toplanmış senin benim gibi halk kalabalığı.
Dik bir yamaçtan gelen, vadiye kurulmuş mahallenin içinden geçen küçük dereden her gün çala çala yapılmış apartmanların alt katlarını korkunç yağmur suları sele dönüşüp, aniden evlere dolduğu için kadının çocukları sular altında kalmıştı. O felaket günlerde kadının yaşadığı acıyı sıcak evlerinde televizyon başında meyve soyarken, kahve yudumlarken, uyumakla uyanıklık arasında televizyon izlerken kendi acıları sanmışlardı. Oysa zamanın kahpeliği ve ruhsuzluğu her şeyi silip süpürmüştü. Şimdi sokakta gördükleri kırık şemsiyeli bu kadının yaptıkları insancıklara eğlenceli bir tiyatro gibi geliyordu. Ve kadın üstü başı kir içinde delinin teki olmaktan başka bir şey ifade etmiyordu. İnsanlar küçük dünyalarında yarattıkları kendi cennetlerine böylesi günahkarları davet edemezlerdi. Bu onların en haklı talepleriydi.
Erbil Karakoç