O sadece bir komedi veya güldürü ustası değil, aynı zamanda heykeltıraş, ressam, makyöz, mimik ustasıydı. Bizi bize anlatan geleneksel tiyatromuzun kavuklusu, Saint Petersburg / “Balmumu Heykeli Müzesi”nde balmumu heykeli bulunan ender sanatçılarımızdan birisidir. Sanatı, kendine özgü ifade dili, politik duruşu, cesareti, aktif mücadelenin ön saflarında yer alması ve sanatın muhalif dilini etkin bir şekilde kullanması gibi birçok yönleri, onu diğer meslektaşlarından ayıran en belirgin özelliklerin başında gelir. Bu denli çok yönlü bir sanatçı olmasına rağmen politik yönünün ön plana çıkartılmasını ve bunun üzerinden eleştiriler yöneltilmesinin başlıca nedenini kültür alanında eleştirmenlerin yetersizliğine ve ahbap-çavuş ilişkisine bağlayabiliriz. O nedenle Levent Kırca gibi bir kara mizah ustasını anlatmadan evvel onun politik kimliğinden dolayı eleştirilmesinin nedenlerine kısaca değinmek istiyorum. Çünkü hakkında kalem oynatmadan evvel kimliğinin, kişiliğinin ve sanatının harcının ne ile veya nasıl karıldığını bilmeden hakkını teslim etmiş olmayız.
Levent Kırca’nın sanat ile siyaseti birlikte yürütmesi veya sanatındaki politik duruşu, onun sanat anlayışının yapı taşıdır. Çünkü onun sanatını şekillendiren, biçimlendiren, siyasal bir tiyatro düşüncesi olan epik tiyatrodur. Bertolt Brecht tarafından ilk defa 1927’de kurulan Epik tiyatro, teoride ve pratikte Marksizm-Leninizm felsefesi üzerine kuruludur. Ona göre, görünenin ardındaki gerçeği göstermek, burjuva gerçekçiliğiyle ve bütünlüklü bir tiyatro algısıyla mümkün değildir. Tam tersine bu algıyı veya yanılsamayı kıracak, seyirciyi determinist neden-sonuç ilişkisinin cenderesinden kurtaracak bir tiyatroya ihtiyaç vardır. Bu ve benzer ihtiyaçların sonucu olarak ortaya çıkan Epik tiyatro, seyirci kitlesini emekçi sınıfı olarak belirlerken kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar, seyircisini ise varolan alternatifler üzerine düşünmeye çağırır.Toparlayacak olursak, Epik tiyatro yalnızca toplumun elit kesimlerini değil, aynı zamanda sıradan halkın sorunlarını da konu edinebilen bir anlayış üzerine kuruludur. İşte Levent Kırca’nın sanatındaki siyasal duruşun başlıca nedeni de buradan gelmektedir. Dolayısıyla sanatını en iyi şekilde icra eden Levent Kırca’yı siyaset yapmakla suçlamak veya bu yönde eleştiriler yöneltmek, tıpkı bir öğretmene ‘Neden eğitim sistemiyle ilgileniyorsun?’ demek kadar yersiz, tutarsız ve ahmakçadır. Dolayısıyla, sanatını politikaya malzeme yapıyor, siyasete bulaştı veya politize oldu vb. gibi yüzeysel, sığ gerekçelerle sözde eleştiri yöneltmenin izahı ancak halt etme sanatı olarak açıklanabilir. Ezbere zikir çekmek yerine önce epik tiyatro hakkında fikir sahibi olmaları, daha sonra da birer epik tiyatro örnekleri olan ve Levent Kırca’nın da rol aldığı “Adam Adamdır”, “Asiye Nasıl Kurtulur?”, “Yaşar Ne Yaşar, Ne Yaşamaz” adlı oyunları izleyerek çözümlemelerini yapmaları gerekiyor. Onun fenomen haline gelen ve bir rolden, oyundan ibaret “Sarhoş” tiplemesini dahi gerçek zannederek alkolik olduğuna kanaat getiren zekâ ve fikir fukarası köşe yazıcılarının olduğu bir memlekette Levent Kırca’yı anlamak, sanatı hakkında derinlikli çözümlemeler yapmak elbetteki zor olacaktır. Ancak onların açısından baktığımızda ise Levent Kırca’nın içki ve sigara kullanmadığını öğrenmenin fazla zekâ gerektirmeyen basit bir hafiyelik işi olduğu açıkça görülecektir. Geçmişten günümüze kadar olan sanat yaşamına baktığımızda ise tiyatro, televizyon ve sinemayı birlikte sürdürdüğünü ama toplumsal gerçekçilikten asla kopmadığını görmek hiçte zor olmayacaktır.
Levent Kırca: Arada bir zülfü yare dokundu
O, halkın sorunlarını gerek tiyatro sahnelerine, gerek televizyon ekranlarına ve gerekse beyaz perdeye taşıyarak ezilen, sömürülen sınıfın sesi, canlı görüntüsü olmuştur. Tam 22 yıl devam eden ve AKP’nin 2010’da sansürlediği, yasakladığı “Olacak O kadar” adlı politik güldürü dizisinde sayısız halk tiplemelerin içine girmiştir. Halk tarafından özümsenen, benimsenen, bize bizi anlatan karakterlerin başında kuşkusuz “Sarhoş” tiplemesi gelmektedir. Bunun yanı sıra Cevat Kelle, Küçük Hüsamettin, Bestami vb. gibi seyircilerin hafızalarına kazınan karakterler yaratmıştır. Çeşitli kanallarda aralıksız devam eden ve halkın sorunlarını hicvederek eleştirel bir yaklaşım getiren politik güldürü “Olacak O Kadar”ın yayından kaldırılmasının başlıca nedeni programın şarkı sözlerinde de geçen “arada bir zülfü yare” dokunmuş olmasıydı. Levent Kırca, Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki “Van münit” çıkışını yine “Van münit” skeciyle hicvetmişti. Evet, programın yayından kaldırılmasına, sansürlenmesine neden olan bu skeçti ancak kafası ayık nesiller yerine kafası kıyak nesillerin yetiştirmek için kadınlarımızı kuluçka makinası gibi gören zihniyet,“çocukların gelişimini olumsuz yönde etkiliyor” şeklinde bir bahane üreterek sözde gerekçesini buluvermişti. Dahası, son olarak (2010) Fox Tv’de yayınlanan programın yayınlanmaya devam edilmesi halinde kanalın lisansının iptal edileceği yönünde tebligat gönderilmiş, adeta tehdit edilmişti.
Hoşgörü ile hor görü arasındaki farkın ayrımını yapamayan despotik anlayış kendince toplumsal ahlâkımızı koruma altına alırken bununla da kalmamış, Levent Kırca’ya topyekün savaş açmışlardır. Çektiği sinema filmlerinin dağıtımını engellemiş, televizyon kanallarına yasak konulmuş, oynadığı salonlar bomba ihbarıyla sabote edilmeye çalışılmış, turne için gittiği şehirlerde peşine hafiyeler takılmış ve otel odalarından alıp sorguya çekmişlerdir. Levent Kırca, bunları da göğüslemiştir ama yine de oyunları, konuşmaları ve gazetedeki yazılarından dolayı hakkında sayısız davalar ve soruşturmalar açılarak olmadık yol ve yöntemlere başvurmuşlardır. Son olarak Kültür Bakanlığı’nın 1998 yılında verdiği devlet sanatçısı unvanını AKP, 2015’te geri almış, Levent Kırca ölene kadar gerek ekonomik ve gerek psikolojik baskısını sürdürmüştür. Levent Kırca tüketilmeli ve hatta ortadan kaldırılmalıydı. Çünkü anamalcı bireyciliği eleştirirken toplumsal gerçeklikten kopmayan bir duruş sergiliyor, örtbas edilen gerçekler ile yalanları yerli yerine oturtuyor, cepheden cepheye koşarak adeta uyandırma servisi gibi çalışıyordu.Toplumdaki çürümüşlüğü, yozlaşmayı, ironi ile harmanlayarak hicveden “Olacak O Kadar”ı yasaklamak için bahaneler üreten aynı zihniyet kadını erkeğe, erkeği kadına pazarlayan programlarla kanalları randevu evine dönüştürenlere izin veriyor hatta destekliyordu. Bu ve benzer uygulamalar aynı zamanda dinsel gericilik üzerine restore etmeye çalıştıkları ahlâk anlayışlarını yeterince özetlemektedir.
Başarı ve ödüllerle taçlanan 41 yıl
O sadece sanatının muhalif dilini konuşturmakla kalmadı, özellikle bu programı yayından kaldırıldıktan sonra siyasal mücadele alanlarında da aktif roller üstlendi. Siyasal ideolojisi, Atatürk ile Cumhuriyet olan ve bu iki değerde birleşen, savunan her oluşumun içinde gönüllü olarak yer aldı. Evet Levent Kırca’nın sanatından ve mizahından başka silahı yoktu. Gücünü ve cesaretini halktan almış, halk için ve halkla beraber tüm mücadele alanlarında aktif roller üstlenmiş, diğerleri gibi düzenin adamı, sistemin piyonu olmamıştır. Cumhuriyet için Atatürk’te birleşenlerin cephesinde savaşımını sürdürürken, hiçbir baskıya, tehdit’e ve yıldırma politikalarına boyun eğmemiş“Atatürk’ü her gün biraz daha bitirmeye çalışan, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan, her şeye ve herkese karşıyım. Suçum Atatürkçü ve cumhuriyetçi olmaksa eğer bu suçu alenen işlemeye devam edeceğim.” diyerek kararlılığını ortaya koymuş, AKP diktatörlüğüne meydan okumuştur.
Levent Kırca, Ankara Devlet Konservatuarı, Tiyatro Bölümünden mezun olduktan sonra ilk kez sahneye “Buzlar Çözülmeden” oyunuyla çıkmış, televizyona ise 1974’ TRT ile geçiş yapmıştır. Birçok dizinin yapımcılığını üstlenmesinin yanı sıra “Sağlık Olsun”, “Ne olur, Ne Olmaz”, “Nasrettin Hoca-Oyun Treni”, “Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?”, “Bu Oyun Nasıl Oynanmalı?” gibi dizilerin oyuncu kadrosunda da yer almıştır. Sinemaya ise 1978 yılında “Altın Şehir” filmiyle geçiş yaptı ve bir yıl sonra da “N’olacak Şimdi?” adlı ikinci filmini çekti. Aynı yıllarda “Arkadaş Kabare Tiyatrosu”nu, 1980 yılında “Levent Kırca Tiyatrosu”nu ve 1986’da ise “Kırca Yapım”ı kurarak sinema, televizyon ve tiyatro alanlarında başarılı prodüksiyonlara imzasını attı. 1985’te “Mavi Muammer” ile devam eden sinema hayatına “Ölürsün Gülmekten”, “Son”, “Şeytan Bunun Neresinde?”,” Kendini Bırak Gitsin”, “Son İstasyon”,“Reyting Kasabası” adlı sinema filmleriyle devam etti. Bu filmlerin bazılarında hem senarist hem yönetmen ve hem de oyuncu olarak görev aldı. Bir yandan sinema filmleri çekerken diğer yandan “Hodri Meydan Tiyatro Topluluğu”nu kurarak her kesimden övgüler alan, ayakta alkışlanan ve birkaç sezon devam eden oyunlar sahneledi. Eşi Oya Başar’ın da kadrosunda bulunduğu “Üç Baba Hasan”, “Kadıncıklar”, “Güzel ve Çirkin”, “Toros Canavarı” adlı oyunları, kendisine sayısız ödüller kazandırdı ancak bunların üzerine öylesine bir müzikal oyunu sahneledi ki, bu müzikalin benzeri henüz Dünya’da ve Türkiye’de gerçekleştirilmemiştir.Victor Hugo’nun ünlü eseri “Sefiller”i aslına uygun olarak senaryolaştırıp sahnelediği bu dev müzikalde, 200 kişi rol almıştı. Bir haftada 3500-4000 seyirci sayısına ulaştığı söylenen müzikal, yeterli salon bulamadığı için Maçka- Küçük Çiftlik parkında dev bir çadırda ve 2000 yılında sahnelenmişti. Oldukça pahalı bir prodüksiyon olan “Sefiller”, o yılın müzikali seçilmişti.
Atatürk’le, Cumhuriyetle kalın ve…
Levent Kırca’nın üç ay gibi kısa bir sürede aramızdan ayrılması, sıradan bir ölüm olarak geçiştirmek, üzerine bir kürek daha ölü toprağı atmak anlamına gelecektir. Çünkü hastalığının ( karaciğer kanseri) başlıca nedeni üzüntüydü ve bu üzüntünün kaynağını da yukarıda saydığım nedenler oluşturuyordu. 2001 yılında da yine kansere yakalanmıştı fakat bu defa kendi ifadesiyle kanseri paçasından tuttuğu gibi kündeye getirmişti, yani yenmişti. Ama bu defa kalbi bunca üzüntüyü kaldıramadı ve üç ay gibi kısa bir sürede tüm vücudunu sardı. Bu defa kanserle baş edemeyeceğini kendisi de biliyordu ve bir yandan da ölümle yüzleşemeye kendini hazırlıyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalanmasına rağmen Atatürk Cumhuriyet’ine bağlılığını,“Bende Atatürk gibi kendimi Türk hekimlerine teslim ettim. Ölümden korkmuyorum, ölüme hazırım” diyecek kadar da cesurdu. 5. Bodrum Türk Filmleri kapsamında kendisine verilecek olan“Yaşam Boyu Onur Ödülü” nü almaya gidemedi. Ödülünü almaya giden oğlu, Oğulcan Kırca, veda mektubunu ilk defa ödül töreni gecesinde okudu. Veda mektubuna “ 1974’te TRT ile girdim hayatınıza. O günden bu güne bayağı bir zamanınızı aldım. 41 yıl…” sözleriyle başlayan Kırca, mektubunun sonunu yine uğrunda savaşım verdiği Atatürk ve Cumhuriyetle tamamlamıştı. 04 Ekim’de okunan mektuptan sekiz gün sonra, 12 Ekim 2015’te aramızdan ayrıldı. Sadece tiyatro oyunları, sinema filmleri, televizyon dizileriyle değil, edebiyatımızada“Önüm, arkam, sağım, solum dönek”, “Habudiyar”, “Paldırkültür” adında üç kitapla katkılar sundu. Uğur Dündar ve Müjdat Gezen ile dostlukları kıskanılacak, imrenilecek düzeydeydi. Daha sonraları ise bu dostlar arasına Yılmaz Özdil ve Soner Yalçın’da katılarak dostluklarını pekiştirmişlerdi.
Onun sanatında, aptalca kahkahalara yer yoktu. Aksine düşünmeye zorlamak, toplum menfaatine olmayan yanlışları yermek, iyi ve güzel olanı yüceltmek vardı. Levent Kırca, güldürürken bile duygulandırdı, ağlattı ama en çokta düşünmeye çağırdı. Hiçbir gücün karşısında eğilmedi, halktan yana olan tavrından vazgeçmedi, mücadelede en ön sıralarda yer aldı, barikatların yıkılmasına omuz verdi. Kendisine teklif edilen büyük rakamlara rağmen, inanmadığı hiçbir projede yer almayarak sadece tiyatro sahnesine çıktı ve sevenleriyle bir arada olmayı daha değerli buldu. Silahı mizahtı, sloganı Atatürk ve Cumhuriyet, bir de “Tam bağımsız Türkiye”ydi. Bu ülkeye en büyük ihanetin aydınlar eliyle edildiğini, aydınlanmanın önünü yine sözde bu aydınların tıkadığını çekinmeden söyleyen yegane sanatçılardan birisiydi. Katıldığı programlarda, gazetedeki köşesinde entelektüel aydınların tribünlerden sahaya inmesi gerektiğini söylerken kendisi hem öncülük edenlerin arasında hem de sahaya en önde inenlerin arasında oldu. Riskler alarak, bedeller ödeyerek aydın olmanın sorumluluğunu yüklendi ve mücadelesini sürdürdü. Alkışlar aldım, kalpler kazandım, varsın servetim olmasın derken aslında servetinin alkışlar ve kazandığı kalpler olduğu gerçeğini dile getiriyordu. Çünkü onun kazanımları, rüşvet, ihale, komisyonculuk değil, diş ile tırnak ile kazanılmış alın terinden ibaretti.
Kendisiyle tanışmamız eskilere dayanır fakat aramızdaki kişisel hukukun gelişmesi ve dostluğa dönüşmesi, 4-5 yıl öncesine dayanır. Henüz hastalığa yakalanmadan evvel defalarca haberleşir, buluşur sohbet ederdik. Son olarak Kadıköy / Bahariye’deki eski Süreyya sinemasını kiralamış, tadilata başlamıştı. Onu, kimi zaman boya yaparken, kimi zaman çivi çakarken gördüm. Alt katını tiyatro, üst katı ise kafeterya yapacaktı ve pazar günleri hariç haftanın yedi günü kafeteryada halkla buluşmayı planlıyordu. Tiyatroyu tamamlayıp oyunlarını sahneledi ve hatta ücretsiz tiyatro kursları vermeye başladı. Fakat ekonomik nedenlerden dolayı kafeterya hayalini gerçekleştirmeye ömrü yetmedi. Ölümünden önce fenomen haline gelen sarhoş tiplemesini son olarak sinemaya uyarlayarak “Sarhoşum Gel Beni Al” adında bir de film çekti ama en büyük hayali, bir devrimci filmi çekmek, bir de Cahide Sonku’nun hayatını sahnelemekti. Her ikisi için de benden yardım istemiş, “olur” dediğimde ise yanıtı “yaşa Veysel baba yaşa” olmuştu. Onunla günlük olarak yayınlanan Aydınlık gazetesinde birlikte tam dört yıl yazmakla kalmadık, alanlara çıkıp mücadele ettik. Devrimci kuşağın kara mizahçısı Levent Kırca, hepimizle ve herkesle son defa vedalaşırken söylediği “Dik durun, adil olun. Atatürk’le kalın, Cumhuriyet’le kalın, hoşçakalın” sözleriyle aydınlık yolda sonsuzluğa uğurlanırken ömrünü harcadığı, bedeller ödediği Atatürk Cumhuriyetini bizlere emanet ediyordu ama onu uğurlarken benim kulaklarımda alışık olduğum hep o ses yankılanıp durdu: Yaşa baba, yaşa baba…
Veysel Boğatepe