Bilimin hareketli dünyasında bir zaman yolculuğu:
‘Neredeyse Her Şeyin Kökeni’
Giriş yazısını İngiliz fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking‘in kaleme aldığı, metinlerini New Scientist dergisinin genel yayın yönetmeni Graham Lawton’ın hazırladığı Neredeyse Her Şeyin Kökeni isimli kitap Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Bilimin gün ışığına çıkardığı modern yaratılış hikâyelerinin bir derlemesi olan Neredeyse Her Şeyin Kökeni’nde, insanlık tarihinin en önemli, ilginç ve şaşırtıcı hikâyeleri illüstratör Jennifer Daniel‘in canlı ve esprili görselleriyle zenginleşen 53 kısa başlıkta toplanıyor. Büyük Patlama, yaşamın kökeni, insanın evrimi gibi konuların yanı sıra insan uygarlığının mağaralardan uzay yolculuğuna uzanan gelişimi de bu eserde irdeleniyor.
Her şeyin nasıl başladığına ilişkin ilk bilimsel kanıt sayılan, Edwin Hubble‘ın 1920’lerde, California’daki Wilson Dağı’nın zirvesine yerleştirdiği teleskopla gözlemler yapmaya başlamasından, uzayın fethine giden yolculuğu gözler önüne seren eser, bilimin hareketli dünyasına bir zaman yolculuğu niteliğinde…

“Nereden geldik?”, “Her şey nasıl başladı?” gibi evrenin en önemli sorularına bilimsel yanıtlar veren eser, Yonca Aşçı Dalar’ın özenli çevirisiyle okurlarıyla buluşuyor.
Graham Lawton Kimdir?
Imperial College’ın Biyokimya Bölümü’nden mezun olduktan sonra yine aynı üniversitede bilim iletişimi yüksek lisansını tamamlayan Graham Lawton, New Scientist dergisine girmiş ve 21. yüzyılın neredeyse tamamını bu dergide, önce sorumlu yazı işleri ardından günümüze kadar genel yayın yönetmeni olarak çalışarak geçirmiştir. Yazdığı ve yayıma hazırladığı eserlerle pek çok ödül kazanmıştır.
Jennifer Daniel Kimdir?
New York Times ve New Yorker‘a düzenli olarak katkıda bulunan Jennifer Daniel, çeşitli yayıncılar için animasyonlar ve illüstrasyonlar yapmaktadır. New York Times‘ın eski grafik editörü olan ve halen Google’ın kreatif direktörlüğünü yürüten Daniel, görsel hikâyecilik alanındaki çalışmaları dolayısıyla pek çok prestijli ödüle layık görülmüştür.
KİTAPTAN Giriş Yazısı – Profesör Stephen Hawking
Varoluş: Biz Nereden Geldik?
Neden buradayız? Nereden geldik? Orta Afrika’da yaşayan Boshongo halkına göre, bizden önce yalnızca karanlık, su ve Büyük Tanrı Bumba vardı. Bir gün, şiddetli bir mide sancısıyla kıvranan Bumba, Güneş’i kustu. Güneş suyun bir kısmını buharlaştırınca kara göründü. Sancısı hâlâ dinmemiş olan Bumba’nın midesinden sırasıyla Ay, yıldızlar, leopar, timsah, kaplumbağa ve en sonunda insanlar çıktı.
Bu yaratılış efsanesi de, diğer birçokları gibi, bugün hâlâ kendi kendimize sorduğumuz sorulara yanıt aramaktadır. Neyse ki günümüzdeartık, ilerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi, bize yanıtlar veren bir araca sahibiz: bilim.
Varoluşun bu gizemleriyle ilgili ilk bilimsel kanıt, Edwin Hubble’ın 1920’lerde, California’daki Wilson Dağı’nın zirvesine yerleştirdiği teleskopla gözlemler yapmaya başlamasıyla elde edildi. Hubble, neredeyse bütün gökadaların bizden uzaklaştığını fark etmişti. En hızlı uzaklaşanlar da en uzaktaki gökadalardı. Evrenin genişlemesi, bütün zamanların en önemli keşiflerinden biri oldu.
Bu keşif, evrenin bir başlangıcı olup olmadığı konusundaki tartışmanın yönünü değiştirdi. Eğer gökadalar şu anda birbirlerinden uzaklaşıyorlarsa, geçmişte daha yakın olmuş olmalıydılar. Eğer hızları sabit idiyse, hepsi milyarlarca yıl önce birbirlerinin üstüne binmiş olmalıydı. Evrenin başlangıcı böyle miydi?
O dönemde birçok bilim insanı evrenin bir başlangıcı olması fikrinden hiç de memnun kalmadı, çünkü bu, fizik biliminin çökmesi demekti. Evrenin nasıl oluştuğu tanımlanırken, bir dış aracının –ki en kolayı bu dış aracının Tanrı olarak adlandırılmasıydı– devreye girdiği söylendi. Böylece kuramlar, evrenin hâlâ genişlemekte olduğu ama bir başlangıcının olmadığı şeklinde geliştirildi.
Söz konusu kuramların belki de en ünlüsü 1948’de ortaya atıldı. “Durağan Hal Kuramı” adı verilen bu kuram, evrenin ezelden beri var olduğunu ve hep aynı göründüğünü öne sürüyordu. Bu ikinci özelliğin en iyi yönüyse, bilimsel yöntemin en önemli bileşeni olan “test edilmeye” açık oluşuydu. Yapılan testlerse, bunun doğru olmadığını ortaya koydu.
Evrenin başlangıçta çok yoğun olduğu fikrini doğrulayan gözlemsel kanıtlara, Ekim 1965’te, uzay genelinde zayıf artalan mikrodalgaların keşfiyle ulaşıldı. En mantıklı açıklama, bu “kozmik mikrodalga artalan ışımasının” daha önce var olan sıcak ve yoğun bir durumdan artakalan radyasyon olmasıydı. Evren genişledikçe, radyasyon da bugün gözlemlediğimiz kalıntı haline gelene kadar soğumuştu.
Bu fikir çok geçmeden bir kuramla desteklendi. Oxford Üniversitesi’nden Roger Penrose ile birlikte, eğer Einstein’ın genel görelilik kuramı doğruysa, zamanın başlangıcında sonsuz yoğunlukta bir uzay zaman eğriliği noktası, bir tekillik olması gerektiğini gösterdik.
Evren, Büyük Patlama (Big Bang) ile başladı ve hızla genişledi. “Enflasyon” (şişme) adı verilen bu genişleme inanılmaz bir hıza sahipti; evren, saniyenin küçücük bir bölümünde defalarca ikiye katlanarak genişledi.
Enflasyon, evreni çok büyük, çok düzgün ve çok düz bir hale getirdi. Bununla birlikte, tamamen düzgün de sayılmazdı; şurada burada hafif varyasyonlar gösteriyordu. İşte bu varyasyonlar, zamanla gökadaları, yıldızları ve güneş sistemlerini oluşturdu.
Varoluşumuzu bu varyasyonlara borçluyuz. Eğer genç evren tamamen düzgün ve tekbiçimli olsaydı, yıldızlar oluşamayacak, dolayısıyla da yaşam gelişemeyecekti. Bizler, bu başlangıç kuantum dalgalanmalarının bir ürünüyüz.
Açıkçası, hâlâ çözülememiş birçok derin gizem var. Hâlâ şu kadim sorulara yanıt aramakla uğraşıyoruz: Nereden geldik? Ve evrende bu soruları sorabilecek tek varlık biz miyiz?