Münir Özkul’un Ardından – Ulaş Karakaya yazdı…
O bizim uzaklaşmak, belki de öldürmek istediğimiz geçmişimizdi. On sene boyunca, her ay ölüm haberleri paylaşıldı. Defalarca öldürüldü, ölüm haberlerine inat defalarca dirildi.
Münir, saat 9.30 da kalkar, evinden çocuksu adımlarla ilerler, ünlü dublaj sanatçısı ve oyuncu Ferdi Tayfur‘un arabaya binişini izlerdi. Sonra kütüphaneye gider Akbaba dergilerinden hayaller kurardı. Sait Faik hikayelerini okur ona büyük bir hayranlık beslerdi.
O kızdığı Hababam öğrencileri gibi bir sınıfı 4 sene tekrar ettiğinde oyuncu olmayı kafasına koyacaktı. Başardı. Döneminin en önemli oyuncularından birisi oldu. Hem sinema hem tiyatroyu beraber götürüyordu. Ta ki alkol ile tanışana kadar…
Münir Özkul da hiç bir oyuncuda görmeye alışık olunmayan bir çekingenlik ve korku vardı. Bu çekingenliği alkol ile aşmaya çalışıyordu. Tek rahat edebildiği yer sahneydi. Alkış seslerine kadar oyununu şahane bir şekilde ortaya koyuyor ama alkış seslerini duyduğunda bir titremeye tutuluyordu. İnsanlardan korkuyor; yabancılaşıyordu. 1962’den 1967’ye kadar hayatının şifresi, cep konyağı ve çikolata olacaktı.
O dönemlerde defalarca alkol tedavisi gördü. Adı sinema ve tiyatro dünyasında unutuldu. Ta ki bir gün çok sevdiği yazar Sait Faik’in sözlerini hatırlayana dek:
”Beni siroz ettiler, sen kendini kurtar.”
Sait Faik’in bu unutulmuş sözleri belki de hayatının dönüm noktasıydı. Tekrar döndü sahneye ödüllerle..
1967-68 yılında döneminin en iyi erkek oyuncusu seçildi.
İlhan İskender Ödülünü aldıktan sonra kayıp yıllarını üzülerek şöyle diyecekti:
”Dün benim için ölmüştür…”
Oğluna çok sevdiği iki kişinin adını verdi.
”Sait Ferdi Özkul”
Münir, bir binbaşının çocuğuydu. ”Bir Millet Uyanıyor” filminin idam sahnesinde asker arkadaşları ile beraber yürürken söylediği ”Ankara’nın Taşına Bak” marşında kendini marşa kaptırmış sanki hiç susmayacak ve durmayacak gibiydi. İşte onu özel yapan buydu. Oynadığı oyunu yaşaması…
70’lere gelindiğinde Türkiye daha önce olmadığından daha zor yıllar yaşıyordu.
Sokaklarda patronlara kafa tutan çocuklar vardı. İşte orada bir ebeveyn sahneye çıktı ve Saim Bey’e meydan okudu. Sokağın cesaretini taşıyordu. Saim Bey kan emici oligarşiyi temsil ediyordu. Yaşar Usta beyaz önlüğü ile işçi sınıfının temsilcisiydi. Kasketliler, fötr şapkalılara kafa tutuyordu.
Güzel çocukların bir kısmı öldürülmüş bir kısmı asılmıştı.
Şu unutulmaz sözcükler döküldü:
”Biz bir aileyiz.
Biz güzel bir aileyiz.
Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma.”
Bu aslında 12 Mart’a üstü kapalı bir meydana okuma gibiydi.
Hababam Sınıfında ki ‘Mahmut Hoca’da ise adeta idealist köy enstitüsü öğretmenlerinin bir temsilcisiydi. Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş öğrencilerine, iyilik ve güzelliği aşılamaya çalışıyor ve onlara daima okumalarını salık ediyordu. Ne kadar özel bir okulda da çalışsa paylaşım kültüründen kopamıyor ve yoksul öğrencisi Ahmed’in tüm masrafını karşılıyordu.
O bizim unutmak istediğimiz paylaşım kültürünü gösteriyor, iyi bir öğretmen iyi bir insan nasıl olur bunu nakış gibi işliyordu. Oysa zaman ilerlemiş ve her şey dereler, denizler , insanlar kirlenmişti. Filmler eskimişti. Bir tek Münir Özkul direniyordu…
İçimizde temiz kalan ne varsa onunla gitmeliydi. Öldürmeliydik. Dünyanın en insancıl sesine sahip Adile ile tek bağımızdı. Ön dişleri dökük İhsan Yüce‘nin ekmeğini bandığı şarap, Tarık Akan‘ın güzelliği, Kemal Sunal‘ın gülüşüydü.
Bu ülkenin büyük kısmı Münir Özkul’a üzülebiliyorsa onda kendisini bulmasındandır. Münir zayıf ve çelimsizdir; Münir de patronluk durmaz. Münir, babalar nasıl kızarsa öyle kızar ve öyle içten sever. Biz Münir’i seviyorduk elbet ama en çok onda geçmişimizi seviyorduk.
Sahnede doğmuştu sahnede ölmek isterdi. Evet o hayatımızın en güzel sahnesinde öldü.
Bir gün çıktıkları turnede, Anadolu’nun yoksulluk ile boğuşan kasabalarından birine geldiler. Kasaba oyunun afişleri ile donatılmıştı. Münir, kendi resmini gördü. Oyun afişinin önünde duran ve kendini fark etmeyen çocuğu izlemeye koyuldu. Çocuk elindeki boya kalemi ile afişin üzerine bir şeyler karalıyor, Münir onu gizlice izliyordu. Münir yavaş yavaş ilerledi. Çocuğun omzuna dokundu. Çocuk arkasına dönüp baktığında büyük bir şok yaşadı. Çünkü biraz önce afişine sakal ve bıyık çizdiği adam tam arkasındaydı. Münir gülümsedi. Çocuk şoku atlattı ve şöyle dedi.
”Silginiz var mı?”
Münir maske takmıyordu ve biz maske takanları sevmiyorduk…
”Rol dışında konuşmayı hiç beceremem. Eğer sahnede teklersem kimse kusura bakmasın. On beş yaşında bir çocuğun heyecanı ile karşılasınlar beni…”
*”Perdeler açılıyor
Perdeler kapanıyor
Salonlar doluyor
Salonlar boşalıyor, gölgelerinde
Salt aynada yansımak
Aynada bakıyordu gerçek yüzüne
Sahnelerin dışında oyunlar uzak
Silinmiş alkışlar içinde
Ne Polonius ne Harpagon ne Cyrano
Artık yalnızdı çizgilerinde…”
Ulaş Karakaya
*Mücap Ofluoğlu-Fotoğraftaki Çocuk