Shopping Cart
Total:

$0.00

Items:

0

Your cart is empty
Keep Shopping

Mezarlarında Çalışanlar – Asya Kafkasyalı yazdı…

“Hayır olmaz, biraz daha bekleyeyim, nasılsa içerisi henüz çok sıcak.” Kendi kendime böyle diyerek, kapağı açık sobanın içindeki yavaş yavaş kor olmaya doğru giden kömürü hüzünlü duygularla seyretmeye dalıyorum. Bir müddet sonra düşüncelerim, kapatmayı unuttuğum sobanın içinden, henüz elimden bırakamadığım, yedi yaşında bir çocuk olarak benim kaldırabileceğim büyüklükteki kömür parçasına yöneliyor. “Sadece bunun üzerinde bile, büyük ihtimalle çoğu ölmüş olan kaç kişinin ellerinin izi var acaba?” diye düşünmekten bir türlü kendimi alamıyorum.

 “Allah Babacığım, kaç kişi toprak altında can verdi – dışarıda her şey buz tutmuşken – evlerinin içinde olan bizler büyük keyifle ısınabilelim diye?” “Kaç çocuk babasız, kaç kadın dul kaldı?” ”Kaç yaşlı ana babanın madenlerde çalışan oğulları feci şekilde öldü?” Beynime doluşan bu düşünceler beraberlerinde getirdikleri yoğun acı, üzüntü ve hüzün duygularıyla birlik olup, küçük kalbimde derin bir vicdan azabına dönüşerek elimde tutmakta olduğum kömür parçasını aldığım kovanın içerisine gerisin geriye bırakmama sebep oluyorlar.

Yaşıma göre oldukça iri ve güçlü bir çocuk olduğum için, aile içinde artık benim de sobaya kömür atmama izin veriliyor. Ama ben kısa bir zaman önce, şanslı insanlar olduğumuzu düşünerek, 60’lı yılların İstanbul’unun dondurucu kış aylarında büyük keyifle peş peşe yaktığımız bu kömür parçalarının ne şartlarda ve ne zorluklarla elde edildiğini ailemden öğrendiğimden beri hep son ana kadar beklediğim için, her seferinde sobanın sönmesine sebep oluyorum. Buna rağmen benim – ki onların çocuğu olduğum için ne kadar şanslı olduğumu yıllar sonra anlayacağım – sevgi ve şefkat küpü ailem her seferinde bana sadece tatlı bir serzenişte bulunarak, “Ah İlknur (ailemin kullandığı ismim) gene ya tembellik ettin; ya da çoğu zamanki gibi müzik dinlemeye daldın. Bak şimdi tekrardan sobayı tutuşturmak zorundayız ama canım evlâdım bir dahaki sefere zamanında atmayı unutma olur mu?” diye ekliyorlar. Ama aylar geçip de bu durum pek değişmediği için zamanla, yaşımın küçüklüğüne rağmen acaba unutkanlık gibi bir sorunum mu var diye endişelenmeye başlıyorlar. Bunun üzerine bir müddet sonra ben de yanlış yere üzülmelerine gönlüm razı olmadığı için, ne zamandır içimde yaşadığım duygularımı onlara da açıklamaya karar veriyorum;
“Sizler Zonguldak’ta sık sık olan her patlamayı duyduğunuzda hep çok üzülüp, oradaki insanlar kurtulsun inşallah diye dua ediyorsunuz ya, ben daha küçükken Zonguldak’ı başka bir memleket zannedip, orada savaş var, daima bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, sizde büyük savaşı yaşadığınız için onların acılarını anlıyor ve o yüzden çok üzülüyorsunuz diye düşünüyordum ama artık, sık sık başlarına gelen facialara çok üzülüp, kurtuluşları için  hep dua ettiğiniz kişilerin meğer maden işçileri olduğunu öğrendiğimden beri sobaya her kömür atmaya yeltendiğimde büyük vicdan azabı duyuyorum. O ölen talihsiz insanlara karşı saygısızlık etmişim gibi geliyor. Sizler de ne kadar çok üzülüyorsunuz her seferinde. O zaman, hiç olmazsa biz de, başkalarının hayatları pahasına evimize gelen kömürümüzü çok keyifle yakmayalım, biraz da üşüyelim. Daha sıkı giyinerek idare edelim. O zaman, emeklerine saygı duyduğumuzu hissederlerse belki daha az acı çeker ruhları.”

Birkaç dakika boyunca derin bir sessizlik kaplıyor evimizin içini. Az sonra hepsinin gözyaşları yanaklarını ıslatmaya başlıyor ve ardından bizim evin olağan günlük aktivitelerinden olan sevgi ve şefkat yağmurları üzerime boşalmaya başlıyor. O zamanlar böyle sevgi seli içinde büyümenin nasıl bir şans olduğunu henüz idrak edemiyor ve herkesin, tüm arkadaşlarımın ailelerinin de aynen benimkiler gibi olduklarını zannediyordum.

“Bizlerden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, başka insanların acılarına asla kayıtsız kalmamak.”

İkinci Dünya Savaşı’nın, köklerinden koparıp bambaşka yerlere savurduğu insanların İstanbul’da tesadüfler sonucu bir araya gelmesiyle kurulan çok acılı ailemden öğrendiğim pek çok güzel şeyden biri de buydu o zamanlar. Yıllar geçtikçe bu konuda daha duyarlı bir birey olmaya özen gösteriyorum. Ortaokulda ikinci sınıfa geçtiğimde artık klâsik eserleri okumaya başlıyoruz. Lise bitinceye kadar pek çoğunun okunup özümlenmesi gerektiğini söyleyen Türkçe hocamıza maden işçilerinin sorunlarını anlatan klâsik bir eser ya da eserler olup olmadığını sorunca, yüzünde beliren hem takdir, hem de büyük şaşkınlık ifadesiyle “Maden işçisi akrabanız var mı İlknur?” diye soruyor. “Hayır hocam!” diyorum “Hiç yok ama her maden kazasında günlerce endişe içinde, toprak altında kalanların radyo başında kurtuluş haberlerini bekleyip onlar için dua eden ve kurtulamayanlar için de her seferinde kendi ailesinden biri ölmüşçesine çok üzülüp yas tutan bir ailem var. Ve tabii ben de onlar gibi hissediyor ve düşünüyorum.” Bu sefer yüzüne yayılan büyük mutluluk ifadesiyle gözlerime bakarak iki eser tavsiye ediyor hocam bana.

Richard Llewellyn‘in ‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’ (How green was my valley) adlı romanı ve Emile Zola‘nın Germinal‘i. Ve tabii ki hemen o hafta sonu derhal kitaplığıma yerleşiyor, hocamdan isimlerini aldığım bu iki yeni misafir.

O günkü bilincimle, ismi kulağıma hoş geldiği için önce ‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’ ellerimin arasına yerleşerek beni baş kahramanı olan küçük Huw ile tanıştırıyor. İngiltere’nin Galler bölgesinde madende çalışarak geçimini sağlayan Morgan ailesinin en küçük üyesi. İlk başlarda küçük Huw’un ağzından o sıcacık sevgi dolu kalabalık ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri keyifle okurken, zaman ilerledikçe, madenden çıkartılıp vadiye yığılan cüruf yığınının, o güzel vadinin yemyeşil örtüsünü iğrenç bir şekilde siyaha boyarken, aynı zamanda hayatlarına da aynı siyahlıkta bir karabasan gibi çöktüğüne şahit olmaya başlıyorum. Her geçen gün, gittikçe emeğe saygının ortadan kalkması, açlık ve çaresizlik – ki Huw “Kiminle savaşmaya kalksak, boş mideler tarafından yenilgiye uğratılıyorduk. Karınları aç çocukların gözleri önünde insan haklarının pek bir önemi kalmıyor. Onların acıları haksızlığın açtığı yaralardan daha derin oluyor.” diyerek vadideki, tüm umutları ellerinden alınmış ve her yönden karartılmış yaşamlarını bu birkaç cümleyle çok güzel anlatıp özetleyiveriyor kitabın sonlarına doğru – feci ölümler, mecburen –  hem bazıları çok uzaklarda olan –  başka ülkelere göç etmeler, pek çokları gibi Morgan ailesini de paramparça ediyor. Kitabı bitirince acıyan ruhumu biraz dinlendirmek için okumaya ara veriyorum. Oysa birkaç gün sonra Germinal’i okumaya başladığımda ise, çok daha sert bir duvara çarpacağımı ve ardından günlerce uykularımın bile kaçacağını nereden bileceğim ki.

Germinal‘in sayfaları arasından başını uzatan Paris’li Etienne Lantier ve arkadaşlarının yaşadıklarını okumaya başladıktan çok kısa bir süre sonra başlarına gelenleri okumaktan öte, onlarla birlikte aynı duyguları adeta yaşamaya başlıyorum. Daha başında, işçileri taşıyan asansör durmaksızın aşağıya inerken nefesim kesilmeye başlıyor ve ne zaman duracağını an be an, giderek artan bir endişeyle beklerken o ise hep iniyor, iniyor, iniyor. Bu sefer açlık ve sefaletin, insanlık onurunun ayaklar altına alınmasının en ürkütücü boyutlardaki haline tanıklık ediyorum. Ve acıyla anlıyorum ki ülkemizde olsun; dünyanın başka başka yerlerinde olsun, değişen tek şey isimler. Sorunlar ise hemen hemen hep aynı; Hakkını alamamak ve insan onuruna asla yakışmayan seviyelerde büyük acılarla yaşamaya mahkum edilmek. Evine, çocuklarına bir parça ekmek götürebilmek uğruna, aklın alamayacağı şartlarda yaşama tutunmaya çalışan ve ne yazıktır ki çoğu zaman da onu kaybeden, ülkemizin ve dünyanın her köşesindeki tüm maden işçisi kardeşlerimizi büyük saygıyla anıyorum.

Bu büyük eseri Emile Zola‘nın ne sebeple Fransız edebiyatındaki natüralist akımın baş tacı bir yazarı olduğunu gözler önüne sermektedir.  Herkese iyi okumalar dileğimle.

Asya Kafkasyalı

İlk Taşı Günahsız Olanınız Atsın – Elif Doruk yazdı…

Show Comments (0) Hide Comments (0)
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments