Shopping Cart
Total:

$0.00

Items:

0

Your cart is empty
Keep Shopping

‘Küçülen Hayatlar’ Üzerine – Hilal Serra Toplu yazdı…

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.”

“Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent.”
– Konstantinos Kavafis/ Kent

Bambaşka diyarlara gitsek, her şeyin daha iyi, daha güzel, daha kolay olduğu bir yerlere…

Küçülsek bir de…

Biz küçülünce dertlerimiz, sorunlarımız da küçülür müydü acaba?

Sorunların yaşantımızdan kaynaklandığını düşünürüz çoğu zaman. Eğer daha iyi bir hayatım olsaydı, eğer daha farklı bir ailem olsaydı, eğer çok daha geniş imkanlara sahip olabilseydim, eğer eğer eğer…

Oysa değişen hiçbir şey olmayacaktı. Refah bir yaşamla mutluluğun sağlandığına inansak da asıl mutluluk içimizdedir. İçimizdeki gizdedir. Mutluluk kısa sürelidir. Kapitalizmin bize sunduğu şeylere her sahip olmak istediğimizde ona ulaşana kadar elde ettiğimiz arzudur bizi diri tutan. Ulaştığımızda ise kısacık bir mutluluk yaşarız. Sonra yeni bir şey sunar bize. Buna sahip olursak çok daha mutlu olacağımıza dair. Çabalar dururuz ona sahip olabilmek için yeniden ve yeniden…

Hep aynı döngü! Hep aynı fiyasko! Hep aynı paradoks! Kuyruğunu kovalayan yılan misali.

Oysa ki ne önemi vardı bu “şeylerin”, “nesneleşen her şeyin ”, “pazarlanan yaşamların”. Biz sevdiklerimizle bir arada olamadıktan sonra. Elbette insan yalnızlığını da sevmeli. Ama bizler sosyal varlıklarız ve duygulara sahip canlılarız. Kendimizi inzivaya çekip orada mutluluğu, sevgiyi, sükuneti bulsak bile bir başkasının sesine, varlığına, hislerine ihtiyaç duyarız. Hatta bir başkası diyerek bunu kısıtlandırmayalım. Bir canlıya dersek daha doğru olur. Belki bir kedi, belki bir kuş, belki bir menekşe. Yalnızlığı da sınırlandırmamak lazım.

Nereye gidersek gidelim, kendimizi de götürürüz. Bir başka yer yoktur daha güzel, daha iyi, daha mutlu, huzurlu olunabilecek. Sadece geçici bir süreliğine elde edilir tüm bu istekler. Peki gittiğimiz yere “en” sevdiğimizi de götürürsek? Fark eder mi ki nereye gittiğimiz? Nerede olduğumuz?

Küçülen Hayatlar, Alexander Payne ve Jim Taylor‘ın yazdığı ve Matt Damon, Christoph Waltz, Hong Chau ve Kristen Wiig‘in oynadığı Alexander Payne‘in yönettiği 2017 ABD yapımı bilimkurgu, komedi ve drama filmi.

Dünyanın antroposen çağında olduğu gerçeğini baz alarak, bu yıkımı, yok olmayı, entropiyi yavaşlatmak amacıyla, insanları küçülterek, daha sürdürülebilir bir yaşam elde etme amacıyla alt yapısını oluşturan filmde, yavaş yavaş bu konseptten koptuğunu daha bireysel yaşamlara odaklandığını görürüz. Filmin ilk karesinde bir bilim adamı ve onun deney yaptığı bir fare karşılar bizi. Deney yapılırken fareye ne kadar donuk ve duygusuz yaklaşıldığını görüyoruz. Dünyayı kurtaracaksa bir farenin yaşamının ne önemi var tabii!

Yapılan deneyler başarılı sonuçlanınca tüm dünyaya duyuruluyor ve gösteriliyor. İnsanlarca garip karşılanıyor, herkes hayretler içerisinde izliyor olan biteni. Zamanla bu deney insanlar için satışa sunuluyor, insanlara tam olarak bir Amerikan rüyası vadediliyor. İnsanlar küçüldükçe, masrafları küçülüyor, atıkları küçülüyor. Evleri lüksleşiyor, hayatları güzelleşiyor, büyük insanların ulaşamayacağı bir çok şeye ulaşabilme olanağı sağlanıyor. Küçükler için, yaşanılabilir küçük şehirler inşa ediliyor. Ve bunu tercih eden bir sürü insan burada yaşamaya başlıyor. Günlük hayatta ki bir arkadaşınız bile bir bakmışsınız küçülmüş ve inanılmaz mutlu bir hayata sahip. Hal böyle olunca büyük insanlar için yaşam epey bir çetrefilli görünüyor. Ve ister istemez bu Amerikan rüyasına girmek cazip geliyor. Başrolümüzde ki Paul ve Audrey sıradan yaşamları olan sıradan bir çift. Küçük insanlar ilk dünyaya duyurulduğunda Paul’un annesi hasta ve Paul’a acılarından, ağrılarından söz ediyor. Diyor ki; “İnsanları küçültebiliyorlar ve Mars’a gidebiliyorlar ama fibromiyaljimi tedavi edemiyorlar mı?”

Ve çevre konusunda sanki yarın dünyanın sonu gelecekmiş gibi yapılan bütün o yaygara. ”Ağrım var.  Nefes alamıyorum. Bunun önemi yok mu?” Paul ise “birçok kişinin ağrısı var anne.” Diye ona karşılık veriyor. Bu kısa konuşma seyirciyi bazı sorgulamalara yöneltiyor. Biraz zaman geçiyor ve Paul’un annesi vefat ediyor. Bu esnada küçük insanlar hala gündemde kalmaya devam ediyor. Paul ve eşi Audrey annesinden kalan evde yaşamaya devam ediyor. Paul mesleki terapistlik yapıyor. Eşi ile taşınmak için yeni evlere bakıyorlar. Ama bankadan red gelince bu iş de yatıyor. Bir gün lise mezunları partisinde arkadaşları olan, küçülmüş bir çiftle karşılaşıyorlar. Herkes onları hayranlıkla izleyip dinliyor. Bu karede aklıma hayvanat bahçesinde kafeste tutulan maymunların çevresindeki insan toplulukları geldi. Zaten küçük insanların krallığında onlara ayrı bir yaşam sunulan şehirler de bir nevi dünyadan mahrum kalmalarını sağlayarak yapılmış altın kafesler değil miydi?

Çiftle yaptıkları konuşmalar sonrasında Paul ve Audrey küçülme kararı alıyor ve işlemler için operasyonun yapıldığı binaya gidiyorlar. Sırayla önce Paul giriyor. İşlem sırasında saçları, sakalları vücudunda ki tüm tüyler kesilip dişleri çekiliyor. Adeta yeni doğmuş bir bebek gibi. İşlem gerçekleştikten sonra ayılması biraz zaman alıyor.

Ayılınca ilk olarak eşini soruyor. Eşiyle telefonda bir konuşma gerçekleştiriyor ve eşi küçültme işleminden vazgeçtiğini söylüyor, Paul’un dünyası başına yıkılıyor. Bu konuşmada Paul eşine, ona daha iyi bir hayat sunmak için bunu gerçekleştirdiğini söylüyor ve eşi de aynı şekilde ona karşılık veriyor.

Paul küçülenler şehrine doğru yol alıyor. Eve giriyor. Evin muhteşem şekilde dizayn edilmiş son derece lüks olduğunu görüyoruz fakat Paul mutsuz. Bir süre sonra boşanıyorlar. Paul yeni bir hayata adapte olmaya çalışıyor. Kendine yeni bir iş edinmiş. Sekreterlik yapıyor.

Tanıştığı yeni bir kadınla evinde akşam yemeği yerken, üst kattaki komşusunun evinde düzenlediği partinin sesinden rahatsız olarak bu rahatsızlığı kendisine dile getiriyor. Komşusu ona kusura bakmamasını sadece küçük bir parti düzenlediğini ve isterse eğer onun da gelebileceğini söylüyor. Kadını gönderdikten sonra partiye katılıyor.

Diğer küçük insanların da oldukça eğlendiğini, yasal olmayan maddeler kullandığını görüyor ve hatta birinin kendisine de teklif etmesiyle o da buna dahil olup bütünün parçası oluyor. Ortama ayak uydurmaya çalışırken lavaboya gidiyor ve aldığı maddeyi kusup çıkarmak istiyor. Daha sonrasında partiye geri dönüp dans ederken gözünü halının üzerinde açıyor.

Bu esnada eve temizlikçiler geliyor. Temizlikçilerden birinin protez bacağı dikkatini çekiyor. Bu kadının daha önce televizyonda gördüğü zorla küçültülen bir mahkum olduğunu hatırlıyor. Kimine göre, küçülme muhteşem bir tercih iken kimininse cezası olmuş oluyor. Bu da enteresan kısmı. Kadınla konuşup onu tanıdığını söylüyor, kadın dolaptaki eski ilaçları alırken, sanki suç üstünde yakalanmış gibi bir tepkiyle ev sahibinin almasına izin verdiğini söylüyor ve ona bazı ilaçların ne işe yaradığını soruyor. Evdeki hasta arkadaşı için aldığından bahsediyor ve Paul’dan yardım istiyor. Paul her ne kadar doktor olmadığını söylese de kadın bir türlü ikna olmuyor, eski mesleğinden dolayı kadının yürürken tökezlediğini farkettiği için ona belki yardımcı olabileceğini söylüyor. Böylelikle kadın Paul’u evine götürüyor.

O mükemmel, kusursuz bir şekilde dizayn ve inşa edilmiş şehrin arkasındaki izbe sokaklara ve evlere gidiyorlar. Burada da büyük insanlarda olduğu gibi bir sınıf ayrımı olduğunu görüyoruz. Kadın, temizlediği evlerden artan yemekleri alıp oradaki yardıma muhtaç insanlara dağıtıyor. Kadının evine gittiklerinde, arkadaşının kanser hastası olduğunu, zaten iyileşemeyeceğini, en azından ağrılarının dinmesini ve ona bir umut vermek istediğini söyleyerek Paul’dan doktor numarası yapmasını istiyor. Bacağı için de birkaç gün sonra gelmesini kendisinin çok yoğun çalıştığını söylüyor.

Birkaç gün sonra Paul kadını tekrar ziyarete giderek protez bacağını tamir etmeye çalışırken yanlışlıkla kırıveriyor. Bu şekilde iş göremez olduğu için Paul, bir süre kadına temizlikte ve evine gidip gelmesinde yardımcı oluyor. Bu süreçte artan yemekleri de kendisi dağıtıyor. Bir süre sonra bu durumdan sıkılıyor ve üst komşusundan yardım istiyor. Ve kadına başka bir yerleşkeye gideceklerini, Paul’a da ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar. Kadın da onlarla gitmek istediğini, ceza olarak küçültülüp buraya gönderildiğinde bir sürü mektup aldığını bu mektuplardan birinin, ilk bu buluşu keşfedip, gerçekleştiren bilim insanı olduğunu ve bu mektubun ona çok destek olduğunu, etkilediğini, onu görmek istediğini söylüyor. Yolculuğu üst komşusunun Paul’unda partide tanıştığı bir arkadaşının teknesiyle gerçekleştiriyorlar.

Dış dünyada gerçekleşen bu yolculuğun mantık hatası içerdiğini görüyoruz. Kocaman nehir ve dağlar arasında tekne normal boyutlarda bize sunuluyor. Eğer bu insanlar ve tekne küçükse yolculuğun çok uzun belki aylar yıllarca sürmesi gerekmez mi? Teknede aldıkları yol boyunca, Vietnamlı kadın ve Paul’un arasında bir yakınlaşma, beraberlik geçiyor. Yerleşkeye varmalarına az bir süre kala bilim insanı ve eşi onları karşılamaya tekneye geliyor. Ve kötü haberi veriyorlar.

Dünyanın çok az ömrünün kaldığını ve korktukları şeyin gerçekleştiğini söylüyorlar. İnsan soyunun ve diğer tüm türlerin yok olmasıyla karşı karşıya olduklarını dile getiriyorlar. Beraber yerleşkeye gidiyorlar. Oradaki toplulukla yemekler yeniyor ve bilim insanı bu yemeğin dış dünyada yedikleri son yemek olduğunu söyleyerek topluluğu yapmış oldukları sığınağa davet ediyor.

Bu sığınakta insan yaşamı için tüm ihtiyaçlar sağlanmış, onları dünya eski haline dönene kadar soylarını devam ettirebilecekleri bir yaşam modeli dizayn edilmiş. Bugüne kadar yaptığı ve yaşadığı şeylere bazı anlamlar yükleyerek kendisinin dünya için görevinin bu olduğunu düşünen Paul, sığınağa gitmeyi kabul ediyor ve Vietnamlı kadını da davet ediyor. Kadın istemiyor ve Paul’a kızıyor, asıl yardıma muhtaç olanların dışarıda olduğunu söylüyor. Ama Paul fikrinden vazgeçmiyor. Sığınağa gidilmeden önceki son gün dışarıda, doğanın ve güneşin tadını çıkarıyorlar. Güneşin batışına veda ediyorlar. Kadın Paul’u vazgeçirmeye çalışsa da, Paul oldukça kararlı. Sığınağa gitmeden önce arkadaşlarıyla ve kadınla vedalaşırken kadın ona Vietnamca bir İncil veriyor ve kendisini hatırlamasını söylüyor. Sığınağa giden yolda bir yoldaşla karşılaşıp selamlaşıyor. Adam ona yolculuğun 11 saat sürdüğünü ve susuz kalmamasını söyleyerek iyi şanslar diliyor.

Bu konuşmadan sonra Paul biraz duraksayarak yaptığı tercihin doğruluğunu sorguluyor ve koşarak çıkıyor. Arkadaşlarıyla kavuşup kendi şehirlerine geri dönerken, uçakta kadın ona ‘eğer son gününmüş gibi yaşarsan dünya daha güzel görünmeye başlıyor’ diyor. Ve eski hayatlarına geri dönüyorlar. Paul kendini kadına ve yardıma muhtaç olan insanlara adayarak huzuru yakalıyor.

Film tam bir bilim kurgu niteliğinde başlayıp garip bir dramaya evrilerek, izleyiciyi bağımsızlaştırarak kafa karışıklığına itiyor. Ana tema film ilerledikçe değişiyor. İlk bakışta konunun felsefi ve realist olması seyirciyi hem bazı sorgulamalara yöneltiyor hem de gerçeklerle yüzleştiriyor. Bu açıdan baktığımızda güzel bir başlangıç sunmuş olsa da sonunun ve devamının bazı yönler haricinde asıl konudan sapmış ve alakasız olduğunu görüyoruz. Ana fikir dünyanın yok oluşuna bir çözüm sunmakken filmin sonunda insanın ne olursa ve nerede olursa olsun sevdikleriyle beraber olması gerektiğini vurguluyor.

Hilal Serra Toplu

Duygusal Stresi Hafife Almayın: Kırık Kalp Sendromu

0
Show Comments (0) Hide Comments (0)
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments