Neyin hüsranı bu?
Mahcup muyum?
Gözlerini yumup kahverengiyi düşledi bir süre. Aslında beyazı düşlemeye karar vermişti ama aniden toprak doyurdu.
Altmış altı yıldır durmadan zanaatını geliştirmeye devam etmişti. Artık yolun sonuna geldiğini hissediyordu. Oysa ceviz ağacından yonttuğu sandalyeler hala istediği gibi olmuyordu. Yaptığı hiçbir sandalyeye aşık olmamış olduğu üzre bunu görüyordu.
Molası olmamıştı.
Bir tanesine dahi sırtını yaslamamıştı.
Son bir hamle daha için kendine söz verdi. Depoya girdi, malzemeyi aldı ve atölyeye götürdü. Toktu ağaç. Kendisi de tok muydu? Neyse. Bunu beğendi. Biraz daha dokundu. Patetik bir şeyler sezinledi ağaçta. Bunu da beğendi. Dedi ki: – “Seni yontacağım ama, öyle bir renge boyayacağım ki, kimseler sana dokunmak bile istemeyecek. Benim olacaksın. Kabul ediyor musun?”
– “Evet”, dedi ağaç. “Tamam. Üstelik bu niyetinin nedenini de sormayacağım. Ama benim de naçizane bir şartım var.”
– Nedir şartın?
– Domuz ahırı rengine de boyasan umurumda değil. Yalnız, beni boyamadan önce ud kokusuyla ovalamanı, ve koku dağılmaya kalmadan, boyamayı bitirmeni istiyorum.
– Olur. Artık hazırlan. Sen, benim, kimselerin elini süremediği şaheserim olacaksın. Ve ardından rahatça ölebilirim.
Dürüst olduğun için teşekkür ederim. Ölmek konusunda takıntılı olma.
Ve Yahya tam yedi gündür ağacı sandalyeye yontmaktaydı. Ud kokusu sipariş üzerine İstanbul’dan iki gün önce ulaşmıştı. Böyle bir kokudan yaşam boyu habersiz olmuş Yahya, pencerenin pervazına koyup unuttuğu şişeyi aniden merak etti ve bıraktığı yer aklına gelene kadar bir saate yakın her yeri aradı. Sonra hamleyi yaptı ve şişenin kapağını açtı. Burnuna götürdü. Burnuna eser miktarda koku bulaşmış bulundu.
Sandalyenin yanına, iş başına döndü. Sandalye deyince; Ne zaman ağaç, ne zaman sandalye, ne zaman ceviz? Dadaistler söylesin. Bizim kahramanımız işini yaparken sadece yukarıdan bir yerlerden sallanan bir halat düşlerdi.
– Canımı acıtıyordun. Artık acıtmıyorsun.
– Anlamadım.
– Öyle işte. Canımı acıtmıyorsun. Ud şişesinin kapağını açtın, değil mi?
– Nereden biliyorsun?
– Neden olmasın? Ağaçlar ağaçları iyi tanır. Kokuyu beğendin mi?
O ana kadar bunu düşünmemişti. Evet, çok beğendiğinin farkına vardı.
– Çok beğendim.
– Ud, kokuların efendisidir. Şimdi sessizliğe gömülmek istiyorum. Beni saracağın kozanın içine mahkum olmadan önce yerine getirmem gereken şeyler var.
Yahya, iş başında konuşmayı zaten sevmediği için, şimdi pek daha büyük bir istekle çalışmaya koyuldu. Yüz adım mesafedeki mezarlıktan çıkmakta olan insanların seslerini dahi duymakta değildi.
Aniden, yıllardır aklından, yüreğinden çıkmış olduğunu sandığı, bir zamanlar deli divane aşık olduğu sevgilisi Kehribar’ı, bir hayalet gibi karşısında buldu.
– Canımı acıtıyordun. Artık acıtmıyorsun.
– Anlamadım.
– Öyle işte. Canımı acıtmıyorsun. Ud şişesinin kapağını açtın, değil mi?
– Nereden biliyorsun?
– Neden olmasın? İnsanlar insanları tanır. Kokuyu beğendin mi?
– Çok beğendim.
– Öyleyse konuşma ve işini tamamla. Şimdi şu sözlerime kulak ver: Önümüzdeki sabah saat tam 03:00de işini bitirmiş olmanı istiyorum. Az evvel cenazem vardı. Yoluma devam etmeden önce son bir defa bu dünyada ne yaptığını görmek istiyorum. Beni niçin bu binlerce sandalyeye değişmiş olduğuna dair bir fikrim olmasına ihtiyacım var.
Sandalyeleşmekte çok ilerlemiş olan ağaç ve Kehribar ve Yahya arasında sözsüz, renksiz, ritimsiz bir iletişim başladı. Bu öyle bir noktaya geldi ki, bir zaman sonra ağaç ve Kehribar ve Yahya’nın hangisinin hangisi olduğu mevhumu yok oldu. Belki saliselerle, uçan kehribar rengi saçlar, çetin cevizler, bölmeli takım çantaları, kereste tozları, bu birliğin seyreylediği ortak manzara oluyor, ama onlar da gerçekliğini yitiriyordu.
Sandalye tamamlandı. Saat 02:47 idi. Yani sandalyeyi ud kokusuyla ovalayıp domuz ahırı rengine boyamak için sadece 13 dakikası kalmıştı.
Yapılması gereken her şeyi yaptı.
Saat 03:00
Bir yanında Kehribar, önünde sandalye. Ud dağıldı tüm atelyeye.
Kehribar uçup gitti.
Ve Yahya sandalyeyi şömine ateşine attı.
Kalbi kırık, burnu tutsak kaldı.
Cesaretini topladı ve o da sandalyeye sırtını dayayıp gitti.
Ateş, yalancı tan vakti kapıyı çalana dek dünyayı saran havaya ud armağan etti.
Kehribar esneyerek uyandı. Yahya esneyerek uyandı ve Kehribar’ın yanağına bir öpücük kondurdu. Çoktan uyanmış minik oğulları Harun en sevdiği sandalyesine tırmanıp, pencereden görülen Canik Dağları’nın eşsiz güzellikteki kar manzarasını seyre daldı. Biraz üşütmüştü ama annesinin yine de “azıcık da olsa oyun oynamasına” izin vereceğini biliyordu.
O kadar güzel bir çocuk beyefendi ki anlatmaya söz yetiremem.
Zeynep ERSEN
zeynep.ersen@yahoo.com