IPhone’u susturup yatağından kalktı. Çabucak hazırlandı. Kırmızı çerçeveli güneş gözlüğüne üstten teğet kâkülünü düzeltip en ciddi bakışını takındı. Boy aynasında kendisini süzdü. Sarı çorapları, yeşil üzerine kırmızı çiçekli mini elbisesi, torba çantasıyla harika görünüyordu.
Kentin mutenalaştırılması ve belleğinin yok edilmesi konusunda herkes bi’şeyler yapıyordu. Bienaller, uluslararası sergiler bu konuya kapılarını ardına kadar açmıştı. O ve arkadaşları da geç olmadan kolları sıvamalıydı.
Starbuck’s’ta buluşup kahveler elde seçtikleri muhtemel kentsel dönüşüm mekânına yöneldiler.
İlerledikçe evler değişti, doku değişti, hava değişti, gökyüzü bile değişti sanki. Tarif etmeye sözcükler yetmezdi. Tam anlamıyla olağanüstüydü! Tamamen rastlantısal aralıklarla yerleştirilmiş çukurlar, bu dik yokuşa özel bir anlam katıyordu. Seke seke yürüyerek inmek, mekân belleğini kesitler biçiminde duyumsamak açısından müthiş bir deneyim sunuyordu. Yolun her iki yanından akmakta olan koyu renkli su, gizemli kokusuyla ve akış yönüyle sanki onları bir yere götürmeye çabalıyordu.
Ev duvarları kat kat boyanmış, boya katmanlarının görülebilmesini sağlayan boşluklar yine rastlantısal olarak yerleştirilmişti. Bir evin pencere kenarında bulunan derin bi çatlak, göz kenarındaki kaz ayaklarına benziyor diye düşünerek olağanüstü kavramsal soyutlama becerisini bir kez daha ortaya koydu.
Arkadaşları, ellerindeki üst segment kameralarla sürekli mekânı ve belleği kayıt altına alıyorlardı. Bu sırada kafasında bir şimşek çaktı! Kent belleğini, kameranın belleğine kaydediyoruz! Buradan müthiş bi iş çıkar! Hemen moleskin defterini çıkarıp mor kalemiyle not aldı. Bunu yaparken biraz geride kalmaya özen gösterdi; arkadaşları görürse hemen proje diye bir yerlere sunarlardı çünkü.
Yokuşun sonunda düzlük bir alana vardılar. Burada alçak tavanlı bir bakkal vardı. Önündeki kaldırıma oturup etrafı gözlemlemeye devam ettiler. Kızlı erkekli dört beş çocuk etraflarını sardı. Abi, hangi kanal? dedi biri. Upuzun sarı sakalları olan, “yok canım, biz gözlem yapmaya geldik” dedi. Çocuklar bir şey anlamadı. ‘Ne zaman yayınlancak?’ dedi örgü saçlı pasaklı kız. Pssııh! diye hep bir ağızdan kısaca gülüp yine o ciddi yüz ifadelerine döndüler.
Az sonra karşıdaki tek katlı çivit mavisi evin penceresinden bir ses duyuldu. “Gençler, gelin bi çayımızı için!”
Kısa bir tereddüt ve birbirlerinden sakladıkları bir korku yaşadıktan sonra, ciddiyetlerini ve graniti delen merak duygularını alıp o evin önüne gittiler.
Evin önünde tahtadan çakılmış eğreti bir sedir vardı. Çağıran şişman teyze, oraya oturttu hepsini. Derken elinde köşesi kırık melamin bir tepsiyle geldi. Çevresinde altın sarısı halkalar olan çay bardakları, kesme şekerler ve sapı lekeli çay kaşıkları.
Rüyada gibilerdi. Tepsinin yüzeyindeki geyikler ve orman tasvirleri olan resim, canlı sarı ve yeşillerle vurgulanmıştı ve kullanıla kullanıla silinmiş kısımları şimdi hatırlayamadıkları bir sürü kavramla örtüşüyordu. kırık kısımla yiten sağdaki geyiğin poposu da not alınsa kim bilir neler çıkacaktı. Sarı sakallı ondan önce davranıp tepsinin fotoğrafını çekti. Diğerleri içlerinden ağır küfürler ederek izlediler.
Teyze, elindeki tepsiyi kendisine uzatmış bekliyordu. Bardak ve kaşıklardaki hijyensizlik ve çayın az önce yolun sağından solundan akan suyla ilişkiselliği çok güzeldi. Tepsiden, bardaktan ve çaydan midesinin bulandığını duyumsaması, kendisi için çok yaratıcı bir deneyimdi. Afrika turunda canlı çekirge yiyişini hatırladı. Ve tabii ciddi, cool ve güçlü olduğunu da. Çayı kararlılıkla aldı ve engel tanımayan hırsıyla yudumlamaya başladı. Yüzüne hücum eden iğrenme ifadesi, donuk ve ciddi ifadesini bir gıdım bile değiştiremedi. Gücünü ispat edercesine diğerlerinden daha fazla çay içti.
Az sonra tekerleksiz plastik oyuncak arabasını iple peşinden sürükleyen sıfır saçlı sümüklü bir çocuk gelip tam önlerinde durdu ve mahalleye inmiş bu uzaylıları dikkatle süzmeye başladı.
Bizimkilerden kızıl saçlı, güllü dallı bir yazmadan ibaret saç bantlı olan, çevik bir hareketle yüz ifadesini değiştirdi ve dişlerini gösterek sırıttı. Çocuğa “nave te çiye?”(*) dedi. Çocuk duymamışçasına süzmeye devam ediyordu. Sarı sakallı olan, “kızım burası Kürt mahallesi diil, Roman mahallesi” dedi. Yüzü aynı hızla eski haline döndü.
Çayını içtiği evin ‘öteki’ne has gizemini detaylarda deneyimlemek üzere her noktasını belleğine kazımaya çalışırken bir şey farketti. Mavi duvar yüzeyine dik bir silindirik form. Form mekândan biraz uzaklaştıktan sonra dik bir şekilde bükülüp yukarı uzanıyordu. Heyecanlandı. Ayağa kalkıp daha da yakından incelemeye başladı. Formun en yukarı kısmının üzerinde minare külahı gibi konik bir form vardı. Ayrıca silindirik formun tam büküm yerine asılı mat siyah silindirik ve içi boş, altı kapalı form illa ki kavramsal zekâsını deli gibi çalıştıracaktı.
Düşündü, düşündü. Notlar aldı. Mekânı kendi yatay döngüsüyle dikey uhrevi düngüye bağlayan dahiyane bir formdu bu. Tepedeki minare külahı benzeri form ise, maksimal mütedeyyinliğin minimal ölçekte tekrarıydı besbelli. Aşağı asılı formda zorlandı epey. Aklına sarnıçlar geldi. Bu form yağmura açıktı. Külahın korunmaya gayret ettiği yağmur, bu şeye dolabilirdi. Tabi yaaaa! Sakınılanın bereketi!
Diğer arkadaşlarına baktı şöyle bir. Kendisinden çok çok geriydiler. Daha kimlik olayını çözmüş değiller diye düşünerek ağzının yanıyla çaktırmadan gülüp ciddiyetine geri döndü.
Notlarını alıp fotoğraflarını çaktırmadan çekti ve kalktılar.
Yokuşu tırmanıp kendi dünyalarına döndüler. Yeni açılan ve sık sık uğramaya başladıkları konsept bir mekânları vardı. Oraya gittiler. Sahibi arkadaşlarıydı. Tuğla biçiminde sakalı, tepeye yığılı saçları, kırmızı pantolon askıları ve lamba gibi parlayan ayak bilekleriyle örnek bir hipster’dı. Selâm verip siparişlerini aldıktan sonra içeri gitti. Bizimki hemen apple laptopunu açıp çalışmaya başladı.
Az sonra siparişler geldi. Getiren genç çocuk bardak ve tabakları masaya koyduktan sonra,“Demin işe gelirken sizi bizim maallede gördüm” diyerek gülümsedi. Kızıl saçlı olan kız, ” aaa orda mı oturuyosoon?” diye ünledi. Evet, doğma büyüme oralıyım cevabını aldı. Hemen mahalle hakkında konuşmaya başladılar. Mahallenin müthiş dokusundan, detaylardan, ötekinden, bellekten falan… Çocuk şaşırdı. “Ne müthişi abla, afedersin bok götürüyo. Çöpçüler gelmiyo. Tuvalet suları yoldan akıyo. Ufacık depremde bile evlerin hepsi yıkılır.” dedi.
Bizimkiler birbirlerine “kavram, kendisinin ne olduğunu bilir mi?” manasında bakıp ‘yav he hee’ dercesine savdılar çocuğu. Çocuk tam giderken geri döndü. “Bakın mesela bizim evleri yıkçaklar. Kentsel dönüşüm mü ne bişey olcakmış. Maalleyi iyice it kopuk yuvasına çevirdiler, torbacı, pezevenk cirit atıyo. Zarbolar göz yumuyo. Millet ucuza satıp kaçmaya başladı. Biz naapçaz bilmiyoz” dedi.
Bizimki , “ya tamam, çok biliyoson, orası pis, orası kaka, bellek diye bişii yok, şimdi bizi yalnız bırakır mısın lütfan!” dedi ve çatalını öfkeyle ton balıklı salatasına batırdı. Lokması ağzında, donakaldı. Makarna iyi pişmemişti. Yeniden yaptırdı. Yenisinin de tarçını fazla kaçmıştı, bir daha değiştirtti. Dördüncü değişiklikten sonra yemekten vazgeçip yerdeki kedinin önüne koydu.
Barış Mengütay
14 Mayıs 2017
(*)Kürtçe “adın ne?” demektir.