Geleneksele bağlı kalmadan, gelenekselleşmiş tiyatro kalıplarından kendini sıyırmayı başarmış, adeta yeni bir manifesto yaratmış “Kendi Var, Adı Yok”, bir teatral macbeth enstalasyonu alanında çığır açan bir oyun ve çok daha fazlası…
Klasik bir Shakespeare eserini modern bir şekilde kurgulayıp yorumlayan bu tiyatral enstalasyon, izleyiciyi sadece izlemekle sınırlandırmayan, pasif bir konumdan interaktif bir eylemciye geçiren, karakterlerin iç dünyasında bir yolculuğa davet eden muazzam bir deneyim.
Milim milim en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, detaylarda boğulmaksızın kurgulanan bu oyunda, sahne dekorasyonunun göz alıcılığı, görsel ve işitsel efektler oldukça yoğun bir şekilde hissedilirken, karanlığın içindeki ışık yansımaları seyirciye Macbeth’in içindeki kaosu, suçluluk duygusunu, içsel çatışmalarını, korkularını iliklerine kadar hissettiriyor.
Enstalasyonun başlangıcında yapılan kura çekimiyle seyirciler iki gruba ayrılıyor ve her grup bir karakteri takip etmeye yönlendiriliyor: Macbeth ya da Cadılar. Bu yenilikçi yöntem, izleyiciyi hikayenin yalnızca bir parçası yapmanın ötesine geçerek, onları bir karakterin ruhsal yolculuğuna dahil ediyor. Macbeth’i seçmek, yalnızca bir hikayeyi izlemek değil, bir insanın karanlık ve çalkantılı yolculuğuna adım atmak anlamına geliyordu. İlk andan itibaren sahne, yalnızca fiziksel bir alan değil, Macbeth’in karmaşık duygularının yansıdığı bir zihinsel evrene dönüşüyordu. Macbeth’in ruhsal çöküşü ve vicdan azabı, izleyicinin iç dünyasına sızarak karakterin yaşadığı acıyı paylaşmasına olanak tanıyordu. Onun aşkını, tutkusunu, hırsını ve gözünü kan bürümüşlüğünü adım adım deneyimlemek, izleyiciyi derinden etkileyen bir sürece dönüştü.
Bir odadan diğerine geçerken, Macbeth önünüzde yürüyüp siz onu takip ederken, heyecandan içiniz kıpır kıpır; bir sonraki odada ne olacağını düşünmeden edemiyorsunuz. Macbeth’in karar alma aşamasını, cadıların üzerinde bıraktığı derin etkiyi, sevdiği kadının ruhunu nasıl okşarcasına zehirlediğini, vicdan azabından nasıl yanıp tutuştuğunu, aranızda en fazla beş adım mesafe varken izliyorsunuz. Gerek ışık gerek ses ile bu büyüye siz de kapılıyor, nefesinizi tutarak her anı yaşıyorsunuz.
Macbeth’in yaşadığı içsel çatışmalar, özellikle suçluluğunu kabullenmeye başladığı anlarda, izleyiciye derinden yansıyordu. Suçu işlerken ki kararsızlıkları, acı çekişi ve vicdanıyla hesaplaşması her sahnede giderek daha belirgin hale geliyordu. Kralı öldürdükten sonra, odanın köşelerinden yansıyan yoğun kırmızı ışıklar, adeta kanın ve suçluluğun bir ifadesi gibi bütün mekanı sarıyordu. Simsiyah cadıların karanlığın içinden fırlayarak etrafında dönmesi ve beyaz ışıkla dans eden silüetleri, Macbeth’in suçluluk hissini ve kaçınılmaz sonunu izleyicilere iliklerine kadar hissettiriyordu.
Arka planda yankılanan cadıların fısıltıları ise sadece sahnede değil, sanki kendi zihninizde de yankılanıyor, Macbeth’in karmaşasını ve kaygısını sizinle paylaşıyordu. O an, Macbeth’i sadece bir karakter olarak değil, etten kemikten, gerçek bir insan gibi hissediyordunuz. Sahnedeki bu trajedi, onu izlemekten öte bir duyguya dönüyor; sanki yakın bir dostunuzun yavaşça çöküşünü izlerken hissettiğiniz acı, çaresizlik ve merhamet karışımı bir duyguyu size geçiriyordu. Macbeth’in kırılganlığı, kendi karanlık yanınızı keşfetmeye cesaret eden bir ayna gibiydi.
Macbeth’in suçluluğunu, vicdanını ve hırsını görmek, hissetmek bizi kendi içsel dünyamızla yüzleştirirken, aynı ruhsal çalkantıları paylaşıyor olmak, insani yönlerimizin de ortaklaşa olduğu duygusunu tekrardan hatırlamamıza sebep oldu. Oyun sona erdiğinde, yalnızca sahnede izledikleriniz değil, hissettikleriniz de sizinle birlikte gitmişti. Her an, her ışık, her ses, içsel bir yankı bırakmıştı adeta ruhunuzda. Salondan ayrılırken, o duyguların hala sizinle olduğunu fark ederek sanki bir parçası olmuş gibi devam ediyorsunuz yolunuza.
Herkesin hayatında bir kere de olsa yaşayıp deneyimlemesi gereken nefes kesici bir performans!
Hilal Serra Toplu