Orhan Kemal Müzesi Kurucusu, Orhan Kemal’in oğlu ve Yazar Işık Öğütçü ile edebiyat dünyamız üzerine değerli bilgilerin paylaşıldığı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Işık Öğütçü’nün Orhan Kemal Müzesi’ni de tanımladığı gibi bu söyleşide de adeta ‘bir zaman tüneli’ne gireceksiniz; Orhan Kemal’in yazın serüveninden edebiyat dünyamızın en ücra köşelerine…
KitaptanSanattan.com / Elif Doruk
Işık Öğütçü: ‘Babamın Üç Tane Kayıp Romanını Buldum”
- Işık Öğütçü, her ne kadar edebiyatla iç içe olan birisi olarak bilinse de aynı zamanda kimya mühendisi. Eşiniz ve kızınız da kimya mühendisiymiş. Sizin yazma süreciniz nasıl başladı? Orhan Kemal Müzesi’ni açmanız ile birlikte başlayan bir süreç mi ya da nasıl başladınız? Kitaplarınızın çoğunluğu Orhan Kemal ile ilgili olsa da ayrıca bir de şiir kitabınız olduğunu biliyoruz. Bu süreçler ne söylemek istersiniz?
Evde sürekli yazan bir babanız olunca siz de yazı olayından uzak kalamıyorsunuz. Benim lise yıllarında yazdığım şiirlerim de var. Basınköy’de oturuyorduk. Otobüs durağında bir panomuz vardı. Orayı Basınköy Duvar Gazetesi olarak haftada bir kere değiştirerek oraya makale falan da yazıyordum. Yani orada yazan kişilerden birisi de gazeteci Mehmet Tezkan’dır. Bir diğeri Umur Talu’dur. Yani onlar bizim Basınköy’den arkadaşlarımız. Babaları gazeteci olanlar da var. Yani herkes bir büyüğünü görerek bu işi yapıyor. Mühendislik olayı bambaşka bir olay. Yani o bizim kariyer serüvenimiz. Ama dediğiniz gibi işte. Babamın müzesini 2000 yılında açtıktan sonra benim babama soramadığım pek çok sorunun cevabını aramak için aslında bu kitap yolculuğu da başladı. Bu yolculuk sırasında araştırmalar yaparken çok daha farklı şeyler de bulmaya başlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz o topladığınız malzemeden yeni bir kitap daha çıkıyor. Bunun gibi örneğin bir tane de değil, üç tane kayıp romanını buldum. 250 tane öyküsünü taradım. Yani bunlar, gazetelerde, dergilerde yayınlanmış ve bunları mevcut öykülerle karşılaştırarak 50 taneye indirip yeni bir unutulmuş öyküler kitabı çıkardım. Bunların hepsi sıfırdan kitaplar aslında. Yani bu öyküler daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış. Babamın öyle bir özelliği var. Sürekli yazıyor. O an işte o evin ihtiyacını karşılıyor ve arkasını dönüp gidiyor, yazı orada kalıyor. Bir tane arşiv eve saklayayım, ileride bunlar toparlanır, bir şekle sokulur diye düşünmüyor. Çünkü zaten ölmeyecekmişiz gibi hep yaşıyoruz. Evet ama işte ölüm bir gerçek. İşte bu serüven böyle başladı. Müzenin belki ilk 16 yılı çok araştırma yaptım. O 16 yıl boyunca 12 tane kitap çıkardım. Bunların içinde Ahmet Ümit’le birlikte Kültür Bakanlığı için hazırladığımız bir Orhan Kemal kitabı vardı. Bir kitabım üç tane eserini tiyatroya uyarlamakla geçti. Yani sevdiğim şeylerdir. Orada da belki çok komik gelebilir. Nereden çıktı bu tiyatro uyarlaması denebilir. Çünkü bu işin eğitimini alan pek çok insan bile bu işe soyunamıyor. Ben yıllarca yani hem lisede hem üniversite yıllarında çeşitli oyunların çoğaltma işini yapmıştım. Yani tiyatro metinlerinin ne olduğunu çok çok iyi biliyorum. Bu metinlerin çoğaltılması mesela tek nüsha olarak geliyor; siz bunları 5-6 nüsha çıkartıyorsunuz veyahutta o zaman fotokopi denen bir sistem yoktu. Teksir denen bir şey vardı. Teksir kağıdına yazardınız. Sonra buradan çoklu oyunsa o çoğaltılırdı. Ama bunu birisinin yazması lazım. Ben de daktilo kullandığım için bunu çok iyi yapıyordum ve yıllarca o oyunun akışını yerinde yazarken o oyunun oynanmasını bile gerçekleştirdim. Bir de üniversite yıllarında, takriben herhalde bir dört buçuk yıl falan Kenter Tiyatrosu’nda kitap sattım. Bu satış sırasında hem Kenterlere de oyun çoğaltma yapıyordum hem de onların bütün oyunlarını seyrediyordum. Hatta bir ara rahmetli Gülriz Sururi’nin takip ışığını bile yönettim. Yani yapmadığım şey yok. O açıdan çok sevdiğim ‘Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl’ ve ‘Tersine Dünya’yı da ben uyarladım. En son dediğiniz gibi bir de şiir kitabım var. Zaten yıllardır şiir yazıyordum. Sonunda dedim bunu bir kitap olarak çıkaralım. Yayınevi de benim bunca yıllık emeğime saygı göstererek bu kitabı yayınladı. Bazen ben bile hayranlık duyuyorum şiirlerime. Geçen gün bir arkadaş sosyal medyada yayınlamış. Ben de espri olarak yazdım, dedim; ”Kim yazmış bu şiiri falan.” Kısaca böyle bir süreç var.
- Babanızın edebiyat dünyamıza katkılarını anlatan birçok kitaba imza attınız. Ama içinizde eksik kaldığını düşündüğünüz daha çok yazmalıydım, anlatmalıydım diye eksiklik hissettiğiniz bir durum var mı ya da bunu tam layığı ile başardığınızı düşünüyor musunuz? Bu konuda yeni kitap çalışmalarınız var mı?
Sondan başlayayım. Şu anda 15’inci kitabımın çalışmasını yapıyorum. 90 sayfa falan yazdım. ‘Orhan Kemal, Anılar ve Anekdotlar’ diye bir kitap. Bizim ailenin dostlarının anıları, anekdotları, akılda kalan kırıntılar. Hepsini ben kağıda döktüm. Bir de tabii dostları var. Yani çok önemli dostlarının yıllar içinde dergilerde, gazetelerde veyahut da video olarak televizyon programlarında anlattıkları anıları derliyorum. 90 sayfa falan oldu. Biraz daha kaldı. Kontrol edeceğim. Onu nasıl kurgulayacağımı düşünüyorum. Bu çalışma var ama bu süreçte şöyle söyleyeyim; biraz daha vaktim olsa, daha geniş bir ekip olsa inanın Orhan Kemal’in belki daha 2-3 tane daha romanını buluruz. Çok iddialı konuşmak hiç tarzım değil ama ben bu işe soyunmasaydım ne kaybolan romanlar bulunurdu ne de öteki eserler meydana çıkardı. Yarın araştırmacılar kızacak yer ararlardı, belki bize, ailemize kızarlardı; ”Niye bunları çıkarmadılar, niye şunu çıkarmadılar?” diye. Şimdi ellerinde çok büyük malzemeler var. Bu malzemelerden kendilerinin de yeni keşifler yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Yani ben artık bu kadarını yapabildim. Bazen tesadüf eseri bir yere gittiğim zaman, yeni bir şey gördüğüm zaman onun üstüne gidiyorum. Ama özel bir zaman harcayamıyorum. Şu anda zaten çok zamanım da yok maalesef.
Işık Öğütçü: ‘Ustaları Çok Önemserim’
- Işık Öğütçü olarak, babanızın yazdığı eserlerin karakterlerinden veya hikâyelerinden sizi en çok etkileyen ya da en çok ilham veren hangisi, hangileri?
Babamın mesela otobiyografik romanlarında ustalar vardır. Ustalar çok önemli mesajlar verir. Sayfalar dolusu yoklardır ama bazen çok kısa görünürler ve o kısa göründükleri zaman verdikleri mesaj sizin yönünüzü, ufkunuzu aydınlatır, belirler. Ben o açıdan bu ustaları çok çok önemserim. O açıdan aslında bütün karakterler, iyisi veya kötüsü hepsi belli bir değerdir benim için. Mesela Orhan Kemal’in kadın karakterleri de çok çok önemlidir. Örneğin ‘El Kızı’ kitabında gelin kaynana ilişkisi vardır. Belki oradaki kaynana, ilk başlangıç profilinde çok itici bir karakter olarak ortaya çıkar. Ama ben hep o kitabı şöyle yorumladım. Çok kızarsınız, o karaktere lanet okursunuz ama sayfalar ilerledikçe o karaktere üzülürsünüz. Kitabın sonunda da acırsınız. Yani Orhan Kemal bir insanda üç duyguyu da yansıtabiliyor. Bu çok önemli bir şey zaten. Orhan Kemal insanların kötü olduğunu değil de yönetimlerin, sistemin yanlış olduğunu hep vurgular. Zaten herkesin mutlu, özgür, rahat olabildiği bir ortamda gelin kaynana ilişkileri de kalıcı olur. Ne kötü insanlar olur, ne de kötü şeyler. İdealimiz de hep budur zaten. Yani bu noktaya ulaşmak.
‘Türkiye’de Grev Kanunu Yokken Öyküsünü Yazmıştır’
- Çok anlattınız ama bir de bizim için Orhan Kemal’in eserleri ve Türk Edebiyatına etkisi hakkında kısaca düşüncelerinizi söyler misiniz?
Bunu Atilla İlhan çok güzel söylemiş; ‘Orhan Kemal pek çok edebiyatçının arasında kendine yer açmış bir insandır.’ Yani bu yer açma olayı çok çok önemli bir şey. Günümüzde de pek çok yazar eser yazıyor. Kimisi tutunuyor, kimisi tutunamıyor, yer açıyor, yarı yolda kalıyor. Ama Orhan Kemal’in edebiyatta çok önemli bir yeri var. Çünkü pek çok söylenmeyen veyahut da ilk söylenen şeyleri kendisi söylemiştir. Bir kitabı var; ‘Grev’ isminde. Türkiye’de grev kanunu yokken Orhan Kemal öyküsünü ‘Grev’ olarak yazmıştır. Bu o dönem için büyük bir devrimdir aslında. Tabii ki ilktir. Bunun gibi çalışan kadını kitabına alan önemli yazarlardan birisidir ve kadın; belki mücadele içindedir, belki ezilmektedir, sömürülmektedir ama yine de o dik duruşunu sergilemektedir. Bu Orhan Kemal’in edebiyatındaki ana hatlardır. Okurla konuşurken hep söylediğim bir şey var, söylemeye de devam ediyorum; ”Roman olarak okursunuz ama aslında bir sosyoloji, bir tarih, bir ekonomi kitabı olarak da okuyabilirsiniz.’ Rahmetli Türker Bilibaş, İktisat Fakültesi derslerinde ”Hep iki kitabı öğrencilere okutuyorum, tavsiye ediyorum.” derdi. Bir tanesi ‘Eskici Ve Oğulları’, diğeri ‘Gurbet Kuşları’ydı. ”Biz daha uyurken Orhan Kemal globalleşmeyi anlatmış, çözmüş, işi bitirmiş zaten.” derdi. İşte bu. Bir yol açıcı. Öncü yazarlardan… Her ülkede böyle yüzlerce yok. Bunlardan öncüler var. Onlar yol açar, arkadan da diğer edebiyatçılar gelir. Bu da güzel bir şeydir.
”Koca Nazım Hikmet’i Nasıl Çiğnerim?”
- Orhan Kemal-Nazım Hikmet dostluğunu biliyoruz. Aralarındaki bu ilişkiye dair verebileceğiniz ilginç bir anektod ya da anektodlar var mı? Edebiyatımıza etkileri açısından olabilir mesela…
Babam, ‘Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl’ kitabında diyor; ”Şair olamazdım. Önümde koskocaman Nazım Hikmet vardı.” Her tarafından usta işi şiirler akıyordu. Yani şimdi hani ne derler? Yiğidi öldür, hakkını teslim et. Babam da biliyor ne olacağını. Çünkü adamın her konuşması bir şiir. Ölmeden önce İbrahim Balaban’la da konuştuğumuz zaman derdi; ”Nazım Hikmet katalizör, reaksiyonu hızlandırıyor ve sonra çıkıyor devreden.” Balaban yine eklerdi: ”Yani Orhan Kemal mutlaka yazar olurdu. İbrahim Balaban mutlaka ressam olurdu.” İşte Nazım Hikmet o arayı, zamanı kısaltıyor. Çok çabuk bunları o piyasaya sürüyor ve bu büyük bir kazanç. Çünkü Nazım Hikmet’in gerçekten büyük bir çevresi var. Yani babam hapishaneden öykü yazıyor. Öykülerini önerdiği dergilerde, gazetelerde yayınlatmasalardı Orhan Kemal’i kimse bilmezdi. Günümüzde de böyle. Ne bileyim, bir yazar arkadaşınız vardır. Yetenekli olduğunu bilirsiniz. Bir yazısını bir yere gönderirsiniz veyahut da önerirsin… Veyahut da ne bileyim işte beraber bir yerde konuşma yaparsınız, yani önemli olan bu. Kamuoyunun önüne çıkmasını sağlarsınız ki o dönem o kadar imkansızlıklar içinde bunu yapıyorlar. Mektup yazıyorsun, atıyorsun hapishaneden. mektup gidiyor, dönüyor, dolaşıyor. Uzun iş yani. Tabii öykü de böyle gidiyor. Nazım Hikmet’in bu şekilde çok çok büyük bir etkisi olmuştur. Babam da zaten çok sevmiştir Nazım Hikmet’i.
Bir ara babama; ”Moskova’ya gittiniz, Nazım Hikmet’in mezarına gittiniz mi, gitmediniz mi?” soruluyordu. Gitmemiş bibi aktarılıyordu. Ben bunu anneme sordum, abilerime sordum. Hiç kimse hatırlamıyor böyle bir muhabbet geçti mi diye. Hiç kimse hatırlamıyor. Hatta Nebil Özgentürk’ün de bir televizyon programında gitmediği yönünde bir cümlesi var. Söyledim ona ne ilgisi var bunun? Dedi işte; ”çekindiği için, kötü davranırlar falan filan diye gitmemiş olabilir.’ Hükûmet kanatları da Moskova’ya gittiğinde mezarına uğramadı diyor. Benim araştırmalarımda da Orhan Kemal kitabını hazırlarken bir röportajda gazeteci soruyor; ‘Nazım Hikmet’in mezarına gittiniz mi?” ”Gitmez miyim ya?” diyor. Söylemiş yani, gitmiş. Gitmez mi? Tabii ki gider. Ve diyor ki; ”O taşın üstünde Nazım Hikmet’in imzası var biliyorsunuz. O imzayı gördükten sonra onun öldüğüne inandım.” Yani böyle bir sevgisi var. Ve bir programda, biraz heyecan katsın diye yok gitmedi deniyor. Uyardım ama ”Bir kere artık onu yayınladık. Düzeltilemiyor, düzeltilemez.” diye geçiştirdiler. Bunun böyle olduğunu ben her yerde söylüyorum. Babamın gittiği sene sanıyorum 1965. Herhalde ‘Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl’ diye anı kitabını çıkarıyor. Ve düşünün 66’da yine içeri atıyorlar. Ne olacak yani? Hiçbir şey.
Bir de anısını anlatayım. Bunu da gazeteci Celalettin Çetin’e anlatmış. Hem o da yazmış. Sonra ben onun bandından deşifre ettim. Onu bir yerde kullandım sanıyorum. Yani benim ‘Sessizlerin Sesi’ kitabında var. Babamı Nazım Hikmet’le 15 günde bir falan cezaevinden çıkartıyorlar dışarıya; işte belediyenin temizlik işlerinde, ne bileyim yol inşaatında falan çalıştırıyorlar. Dışarıya böyle çıkmalarından birinde babamın bir şeylere kafası bozulmuş, Adanalı olduğu için herhalde. Çalışmak yerine ne kadar meyhane falan varsa gitmiş içmiş. Körkütük sarhoş arkadaşların sırtında getirmişler, koğuşa indirmişler, yatağına yatırmışlar. Nazım Hikmet bunu görünce dehşete kapılmış. Babam sarhoş yatıyor. Yanına gitmiş, başında konuşmayI denemiş: ”Sen çok önemli bir yazar olacaksın,. Niye kendini mahvediyorsun? İşte içki şöyledir böyledir. Nice yetenek bu içki uğruna kendini mahvetti, yok etti, şunu yaptı, bunu yaptı.” Falan filan diye saatlerce konuşuyor. O sırada babam ayılır gibi oluyor, bakıyor Nazım Hikmet böyle ona devamlı nasihatlerde bulunuyor. Kafası atmış kalkmış sarhoş kafayla yalpalaya yalpalaya yatağı döşeği omuzuna vurmuş ve demiş; ”Bıktım senin papaz nasihatlerinden. Ben gidiyorum buradan.” Nazım bakmış -yani aralarında 12 yaş var- bu deli oğlan çıkıp gidecek koğuştan. Nazım Hikmet kapının eşiğine yatmış, demiş ki. ”Önce beni çiğneyip öyle git.” Babam da bunu Celalettin Çetin’i anlatıyor. ”Koca Nazım Hikmet’i nasıl çiğnerim? Döndüm.” diyor. Sonra Ustaya daha layık olmak için çalışmaya devam ediyor. Yani bu insanlar böyle.
”Ben ‘Ahmed Arif’çiyim”
- ‘Toplumcu-gerçekçi, sessizlerin sesi’ olarak bildiğimiz Orhan Kemal’in bir oğlu olarak günümüz yazarları arasında benzer bakış açısına, misyona sahip yazarlar görüyor musunuz? Sizce kimler var aynı çizgide olan?
Mutlaka var. Fakat ben Orhan Kemal Roman Armağanı jürisi olsam da sadece sekreterliğini yapıyorum ve ne gelen kitapları okuma fırsatım oluyor ne de yeni çıkan kitapları. Maalesef takip edip bakma imkânım olmuyor. Zaman denen kavramda bir sıkıntı var. Hep deriz, güleriz. İnsan emekli olunca hani hayalidir ya balık tutar falan. Evet ama ne balık tutması. Ben daha fazla, yani normal zamanda çalışmaktan çok daha fazla çalışmaya, koşturmaya başladım. Bunlar zaman alan koşuşturmalar. Bir de ben biraz fazla mükemmeliyetçiyim. Her şeyin en iyi olması için uğraştığımdan her şeyi de ben yapıyorum. Ne bileyim işte kitap gelir. Şimdi sizin kitaplarınız da dâhil olmak üzere bunların tasnifini ben yapacağım. Hiç kimseye de bırakmıyorum. Çok uğraşıyorsunuz her şeyle.. Çünkü en iyisini yapma dürtüsü, işte bu mühendis olma özelliğimden dolayı burada ortaya çıkıyor. Yani yanlış bir şey olmasın, en doğrusunu verelim. Bunun yansıması iyi olsun. Mesela hiç olmayacak bir şey yapıyorum. Daha önce Murat abi de jürinin yönetiminde iken gelir, sadece kitapları yazarlara gönderirdi. Ben şimdi yönetmeliği koyuyorum, geçmiş yıl kazananları koyuyorum. İşte bu seneki katılan kitapların listesini koyuyorum. Böyle bir dosya yapıp kitapların içine koyup gönderiyorum. Bunların hepsi bir zaman. Yoksa kitapları koyun, bir koliye gönderin gitsin. Öyle bir şey yapmıyorum yani. O açıdan her şey tam düzgün doğru olsun diye uğraşıyorum.
Tabii ki bu dönemde de ülkenin sorunlarıyla ilgili yazan pek çok değerli yazar var ve bundan sonra da olacaktır. Ama edebiyat bambaşka bir yere doğru evriliyor. Bu da bir gerçek. Yani bazen bana soruyorlar; ”Sen bir şey yazmayı düşünüyor musun?” ‘Yazarım.’ diyorum yani. Ama gerçekten yazarım. Ben bilim kurgu yazarım, fantastik yazarım, ne bileyim vampirleri yazarım. Yani yazarsam böyle yazarım diyorum. İlla ki Orhan Kemal’in yolunda gidilecek diye bir düşüncem yok. Olmaz yani. Önemli olan orada vereceğiniz mesaj. Mesajı bilimkurguda da verirsiniz, fantastikte de verirsiniz, her şeyde verirsiniz ama öyle bir niyetim yok. Bütün yazar dostlarım rahat olsunlar. Rakip falan olmam yani.:) Hatta bazen soruyorlar; ‘İkinci kitabın olacak mı?’ diye. Yok diyorum tek kitap. Ben ‘Ahmed Arif’çiyim. O da bir tane kitap yazdı. Ben de tek kitapta kalacağım. Bıraktım yazmayı. Yani işte bir 15 kitabımız daha olacak. Ama daha fazlasını göreceğimi zannetmiyorum. Çünkü hakikaten bu koşuşturma zorlasa da beni böyle hayatta tutuyor. Olmazsa da düşerim. Yani oram ağrıyor, buram ağrıyor ameliyat. Ayakta giderim hiç olmazsa. Gideceğiz neticede.
”Orası Doğduğum Ev”
- Orhan Kemal’in Unkapanı’ndaki evinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Sizin de bu evin korunmasına ve bir “Orhan Kemal Evi”ne dönüştürülmesine yönelik çalışmalarınız, talepleriniz var. Son durum nedir? Bu evin korunması için neler yapılabilir, sizce bu konuda nasıl bir destek sağlanmalı?
Bunu çok anlattım. Bu konuda da yoruldum zaten. Yani 5-6 yıl önce demek ki 2018-19’larda gündeme gelmişti. O yıllarda çatlaklar vardı. Basın da o noktada harekete geçti. Onun daha öncesinde 2000 yılında imkânlarım varken o evi almaya niyetlendiğimde sahipleri satmadılar. Ondan sonra da işte ev eskidi. Bir takım şeyler üstüne üstüne geldi. Benim yapacağım şey sadece bir yol açmaktı. İlgili kurumları buraya sevk etmekti. İşte o süreçte Fatih Belediyesi, İBB milletvekilleri, Valilik herkes bir hareketlendi. Ondan sonra durdu ve hiçbir şey çıkmadı. Şimdi bu süreçte de hiçbir şey çıkmadı demeyeyim. Fatih Belediyesi binanın dışından birtakım bakımlarını yaptı; boyasını falan yaptı, bir tabela koydu. Bunu belirtmekte fayda var. Ama işte yine bu aylarda gündeme yine oturdu. Çünkü bir emlakçı bina satılık diye ilan yapıştırmış. Bana o zaman teklif ettiklerinde galiba 350 bin lira gibi bir rakamdı. Yani 2018-19’da. Şimdi ise 10 milyon gibi bir rakama çıkmışlar. Buna imkânım yok. Bu işi şu anda götüren, takip eden Türkiye Yazarlar Sendikası. Onlar çeşitli kurumlara başvurdular. Onlardan da herhalde bir sonuç şu ana kadar alınmadı ki bana yansıyan bir şey yok. Bir de tabii şu var. Sadece o evi almakla ilgili bir sorun değil, o evin güçlendirilmesi de lazım. Belki bir o kadar ya da iki katı kadar da öyle bir masrafı olacak. Orası ne olabilir? Mesela etrafta çocuk dokusu çok var; kütüphane olabilir, çocuk atölyesi olabilir, onlara resim müzik gibi güzel sanatları öğretebilecek bir yer olabilir. Binanın önüne Orhan Kemal’in fotoğraflarını koyarak onu yansıtabilirler. Orası benim doğduğum ev. İlkokul ikinci sınıfa kadar orada okudum. Neler yaşadığımı çok iyi biliyorum. Ama ne olacak, süreç nereye doğru gidiyor inanın artık hiç bilemiyorum.
- Orhan Kemal’i bir cümle ile özetlemek gerekirse yeni nesle nasıl tanımlardınız?
En çok aldığım ve zorlandığım soru hep budur. ‘Sessizlerin Sesi’ diyebilirim. Mehmet Güleryüz’ün belgeselinde de söylemiştim bunu ve oda bu belgeselin çok güzel bir ismi olur demişti. Belgeselin başı ‘Sessizlerin Sesi’ diye başlıyor. Ya da ‘Sessizlerin Zabıt Kâtibi’ de diyebilirim.
”Bu Müze Sadece Yatağı, Daktilosu Olayı Değil; Bir Zaman Tüneli”
- Orhan Kemal Müzesi’nin ziyaretçilere sunmak istediği özel bir mesaj var mı? Varsa nedir?
Bu müzede bir yaşam anlatılıyor. Orhan Kemal’in nasıl bir ortamda oturup yazdığını, bu eserleri nasıl meydana getirdiğini gösteren küçük bir müze. Ama küçük olduğu kadar da görkemli bir müze. Pek çok gelen ziyaretçilerden de duyuyorum, ”aaa çok küçük” falan diyorlar ve bununla ilgili bir yerlere yorumlar yazıyorlar. Ama bilmedikleri gerçek; biz hiçbir zaman saraylarda oturmadık ki. Oturduğumuz evler hep bu kadar olan evlerdi. Cibali’de ki ev mesela; babamın en az 30 tane eseri orada çıktı. Örneğin ‘Bereketli Topraklar’da orada yazılmış. O semti, esnafı anlattığı eserler var bunların içerisinde. Bu müze sadece yatağı, daktilosu olayı değil; bir zaman tüneli. Orhan Kemal’in yaşantısını görmek istiyorsanız, tüm yaşam hikâyesinin özeti bu müzede. Genç nesil, bazı şeyleri görsel olarak görmek istiyor. Bu adam kitaplar yazmış ama nasıl yazmış, nerede yazmış? İşte burada görüp kendilerine ders çıkarsınlar. Çünkü bugün sıcak evler, bilgisayarlar var. O daktiloda yazmanın ne demek olduğunu ben çok iyi biliyorum; bir süre omuzlar çöker, yanmaya başlar ve yazamaz hale gelirsiniz. Bunlar kolay şeyler değil. 21 yılda 59 tane esere imza atmış ki istatistiğe girmemiş bir röportajında 300’e yakın senaryo yazdığından bahsediyor. Yani her bir senaryonun 150 sayfa olduğunu düşünürseniz akıl alacak bir şey değil. Yaşar Kemal de bunu biliyor. Orhan Kemal çok yazan arkadaşı. O da şunu diyor; ‘Her şeyi konuşmam her şeyi sormam mümkündü fakat bu kadar bela içinde, bu kadar sıkıntı içerisinde ‘Bu kadar eseri nasıl yazdı?’, bir tek onu soramadım.” Mesela ‘Vukuatlar’ isimli orijinal dosyası var; 370 sayfa. 1954 yılında bir gazeteci geliyor ve soruyor; ‘Bu eseri ne kadar sürede yazdınız?” Şok edici bir rakamla cevaplıyor; ”20 günde.” O kadar dolu ki arkasından ikinci cildi ‘Hanımın Çiftliği’ni yazıyor. Ve okuduğunuz zaman aynı tempoda okuyorsunuz. Yani bu adam uyuyor, kalkıyor insani ihtiyaçlarını gideriyor ama nasıl bir düşünceyle 20 günde 370 sayfalık bir kitap yazabiliyor? Düşünmeye bile bir zaman kalmıyor gibi, sadece yazan! Zaten kendisi de diyor: ”Beni görenler dolaşıyor zannederler. Oysa dolaşırken aklıma kaydederim. Akşam eve gelip daktilonun başına oturduğumda her şey bitmiştir.” Ve ben sadece babamın daktilosunun sesini duyardım. Dört nala giden atlar gibi, hiç durmazdı o ses. Bana çocukken sorarlardı; ”Baban ne iş yapıyor?” 5 yaş aklı işte; ”Babam dıkdık dıkıdık yapıyor.” derdim. Çünkü babam dendiğinde o ses vardı sadece. Ben babamı aynı muma benzetirim. Düşünsenize mum yanar, etrafı aydınlatır ama süreçte de kendini tüketir. 56 yaşında kaybettik babamı. Müthiş bir kendini feda etmedir bu.
”Bazen Tek Bir Kelime Selim İleri Gibi Bir Yazara 600 Sayfalık Bir Hayal Verir”
- Son olarak özellikle gençlere ve yeni yazarlara yazma serüvenlerinde nasıl bir yol izlemelerini ve neler tavsiye edersiniz?
Vedat Türkali’nin yanına gitmiştik. Orada bir yazar arkadaşım Vedat Türkali’ye büyük bir heyecanla ”Nasıl yazmalıyım?” diye sordu. Soran arkadaş hemen eline kağıt kalem aldı, not alacak ya söylediklerini. Vedat abi dedi ki; ”Sen önce şu elindeki kağıt kalemi bırak, ben anlatayım sen aklında tut. Ondan sonrada nasıl yazarsan yazarsın.” dedi ve ekledi; ”Sevdiğin yazarları kopya et. Çok okuyup çok yazacaksın. Kendi üslubunu zamanla bulursun.” Yani ‘ben yazar olmak istiyorum, yazayım.’ demekle yazar olunmaz. Sabır, zaman… Çünkü bu iş yazmaysa bazen aklınıza bir şey gelir, aklınıza geldiği zaman not almalısınız. Hatta yazarak not almak bile kaçırabilir bazı şeyleri. Ses kaydı almak gerekir. O alıntıları sonra yazıya dökmek üretmek fayda sağlayabilir. Yoksa yazarken çok güzel şeyler gelir aklınıza, bir diğerini yazarken onu unutursunuz. Babamın yanında devamlı küçük not defterleri vardı. Onlara sürekli notlar alıyormuş. Örneğin yürüyor esnaf birbirine laf atıyor ve babam oradaki cümleleri not alıyor ve bir bakıyorsunuz babam o cümleyi bir öyküsünde geçiriyor. Siz de onun ne kadar sahici olduğunu anlıyorsunuz. Bunun kafadan atılacak bir şey olmadığını, gerçek hayattan geldiğini anlıyorsunuz. Gözlemlediğini, hissedip aktarma. Bir de hafıza. O dönemde insanlar bir çok şeyi hafızada tutabiliyor. O açıdan yeni yazarların iyi bir konu yakalamaları ve o konuyu çok uzatmadan yazmaları gerekiyor. Birçok genç yazar biliyorum isim vermek istemem; cildi bitirmiş üçüncü cildi yazıyor ama hâlâ bitiremiyor anlatmak istediği konuyu. Orhan Kemal ‘Bereketli Topraklar’da 380 sayfada anlatmış koca bir dünyayı.
Şu örneği de vermek isterim. Veysel Batmaz hocamız var. ‘Otoriteryen Kişilik’ diye otoriteryeni on üç derste anlattığı bir kitabı var. Dördüncü dersinde ‘Murtaza’yı anlatıyor. Kitabın kapağın altında ‘Orhan Kemal, Adorno’yu okudu mu?’ Kitapta bütün felsefeciler, sosyologlar, antropologlar kadar ne dar psikolog aklınıza gelirse hepsi sayfalarca otoriteryen kişiliği yazmışlar ama Orhan Kemal tek ‘Murtaza’ ile işi bitirmiş diyor. Ve başta sorduğum soruyu aslında şöyle sormak lazım ‘Adorno Orhan Kemal’i okudu mu?’ diye de ekliyor. Yani bir roman pek çok şeyi anlatır. Siz bunu uzatır uzatır uzatırsınız olmaz. Oysa anlatılmak istenen şey, tek bir cümleyle bile anlatılabilir. Selim İleri bir gün geldi, sohbet ediyoruz; ”Babanın ‘Önce Ekmek’ isimli öykü kitabının ilk öyküsünün ilk cümlesi 600 sayfalık kitaba bedeldir.” dedi. O cümle “Geceydi.” Bazen 600 sayfa yazar bir şey anlatamazsınız, bazen tek bir kelime Selim İleri gibi bir yazara 600 sayfalık bir hayal verir. Yani bu anlattığımı iyi anlamak gerekir.
KitaptanSanattan.com / Elif Doruk
Bilinçsizce Kullanılan Vitamin Takviye Edici Gıdalar Tehlike Saçıyor