Fındık bahçelerinin sereserpe yeşilliğini doğduğum kentte bırakmış, Kozlu‘nun gri doğasına uyum sağlıyordum. İşçiler, vardiyalı, gruplu, dizi dizi işçiler… Azıkları ellerinde, ocağın yolunu tutuyordular. İşçi imgesi benim gönlümde özel bir yere kuruluvermişti. Hem köyden kandaşlarım Bilâl Emice, Ali Emice, İsmet Abi, ağabeylerim işçiydiler. İdeolojik yönsememde işçi sınıfı öğretisi başköşeye oturmuştu.
O çocukluk anıları ve Cem Karaca‘nın firtına gibi estiği yıllarda işçi tulumu ile geçen her emekçinin önünde düğme ilikliyor, eğiliyorduk. Mutlaka ama mutlaka, proletarya bir gün iktidarı elde edecek, dünyaya yeni bir düzen getirecekti. Olmadı, üzerimizden 12 Eylül‘ün silindiri geçti. Ezildik un olduk, bin gelebildik mi, bilmem?
Kimileyin düşler gerçekleşmez, yarım kalır, düş kırıklığı yazgımız olur. Haber peşinde koşturmaca derken, “işçisin sen işçi kal” diyor anıların sisli perdesi ardından şarkılar.
Zonguldak, Kozlu, Trabzon, Araklı, İstanbul imgesi silikleşerek karaltı oluyor neredeyse.
İşçi sınıfının gönlüne hangi ateş düşüyor? Umut gönlünün ekmeği mi? İşçiler ne düşünüyor? Kuşluk zamanı yollara düşmekten bitkin belki de… Hakkını istemez dilsiz gibi… Cuması da garanti cemaatle kılınıyor artık. Ah o her şeyin temeli emek, kim seni önemsiyor ki? Adın sanın kalmış mı eski duvar yazılarında?
Herkes Özal‘ın liberal köyünde tutsak, gazete, basılı kâgıt, televizyon, her türlü iletişim ağı, gerçeğin yalnızca izin verilen yanını taşıyor gündeme. Yara içten içe ilerliyor. İşçi ama hakkından habersiz. Oysa tosunun not defterinde sürüyor kavga. Yüz yüzeyken söylenemeyenler, özlü sözler, umutları, fantezileri, yazıya sökülmüş haykırıyor.
Artık işçi sınıfını daha yakından izliyorum. İçindeyim. Sınıf bilinci, düşünsel dünyası, yediği içtiği her şey, düş dünyası kadrajımda. Vizörümde Edirne‘den Van‘a insan manzaraları.
Bu denli değişik kökenden gelen insanlar, doğanın o doğal dengesi içinde aynı potada koronun değişik seslerini oluşturuyor. Sevdaları ayrı, düşleri ayrı, birbirine benzemezken bile aynı, aynı hamurun değişik topakları…
Haber peşinde kokladığımız hava, ciğerlerimizde türbulansa neden oluyor artık.
Duvarlara kimi sevdiğinin adını kazıyor. Kimi umuda olan içten susamışlığını dillendiriyor. Kimi de sevdiğine sevdiğini söyleyememenin umarsızlığını…
Nazım‘ın dizeleri cuk oturmuş gibidir. Bir dert anlayanları çıkar mı? Gelenekle, görenekle, gurbetle, ekmek parası arası dinlencedir gözlerinden okunan.
Cem Karaca’ya kulak vermenin zamanınıdır. Tüm zamanların esas ezilen gücü, tarihsel uykusunda tam siper uyurken biz de “Kurtuluş’tan önce Kartal’da bahçıvan / Kurtuluş’tan sonra Kartal’da bahçıvan” olmanın sonsuz mutluluğu ve huzuru içindeyiz. Artık, herkes biraz emekçidir ve selâm olsun onlara, onlar gibi görünenlere…
Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar
Elleri ak yumuk yumuk ojeli tırnakları
Nerelere gizlesin şu avucun nasırları
Otomobili tamire geldi dün bizim tamirhaneye
Görür görmez vurularak başladım ben sevmeye
Ayağında uzun etek dalga dalga saçları
Ustam seslendı uzaktan oğlum al takımları
Bir romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
Kirli parlak kağıt kaplı pahalı bır kitaptı
Ne olmuş nasıl olmuşsa aşık olmuştu genç kız
Yine böyle bir durumda tamirci çırağına
Ustama dedim ki bugün giymeyim tulumları
Arkası puslu aynamda taradım saçlarımı
Gelecekti bugün geri arabayı almaya
O romandaki hayali belki gerçek yapmaya
Durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan
Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan
Arabanın kapısını açtım girsin içeri
Kalktı hilal kaşları sordu kim bu serseri
Çekti gitti arabayla eksozuna boğuldum
Gözümde tomurcuk yaşlar ağır ağır doğruldum
Ustam geldi sırtıma vurdu unut dedi romanları
İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları
Nevzat Yılmaz