Shopping Cart
Total:

$0.00

Items:

0

Your cart is empty
Keep Shopping

‘Small Things Like These’ Filmi Üzerine – Hilal Serra Toplu yazdı…

“Bizi köleleştiren şey, sadece prangalar değil, prangalarımıza alışmış olmamızdır.”
-George Orwell (1984)

İnsanlarda oluşan genel düşünce kalıplarına göre empati yeteneğimiz ne kadar gelişmişse, bir başkasını anlama yetimizde de o kadar iyi olduğumuz sanılır. Oysaki tam olarak anlayamayız hiçbir zaman. Kendi yaşadıklarımız, deneyimlerimiz, karşımızdakinin yaşadıklarına ne kadar yakın ve ne kadar benzerlik gösteriyorsa ancak o zaman onun perspektifinden bakıp biraz da olsa bağ kurmuş oluruz. Bilimsel bir araştırmaya göre eskiden yaşadığımız travmatize edilmiş bir olaya yakın benzer bir olayla karşılaştığımızda beynimizdeki bu travma ve geçmiş odaklı deneyimlerimizi yansıtan sinir hücreleri yani ayna nöronlar aktive olur. Bu da demek oluyor ki ancak ve ancak kendi acımız kadar bir başkasının acısını anlayabiliriz. Sadece belirli bir noktaya kadar empati kurabiliriz. Ama anlama yetimizi de geliştirmeye çalışabiliriz. Çünkü çabaladıkça fark edemediğimiz şeyleri fark edebilme ihtimalimiz de artar.

Bu dünyadaki herkesin yaşam yolculuğu kendine özgü. Hepimiz farklı ailelere doğuyor, farklı ebeveynler tarafından büyütülüyor, büyürken farklı olaylarla şekilleniyoruz. Kimimiz eksik, kimimiz fazla. Yaşadığımız deneyimler farklı olsa da hissettirdikleri duygular benzer olabiliyor. Büyüdükçe geçmişi ardımızda bırakıyor, yeni tecrübeler ediniyor, yeni olaylarla karşılaşıyoruz. Bazen bir koku, bazen bir müzik, bazense geçmişteki deneyimlerimize benzer bir olay bizi yeniden o zamanlara, o kişiye, o olaya istemsizce sürükleyebiliyor.

Kendi geçmişimizdeki bir olaya benzer bir olayla karşılaştığımızda ne yapıyoruz?

Beynimiz olumsuz anıları güçlü bir şekilde hatırlayarak gelecekte aynı hataları yapmamızı engellemeye çalışır. Bu beynimizin hayatta kalma mekanizmasıdır.

Peki kendi geleceğimizde bu rolü oynarken, bir başkasının yaşadığı olumsuz bir durumda, buna seyirci mi kalırız yoksa müdahale mi ederiz?

1964’te New York’ta Kitty Genovese adlı bir kadın öldürülürken cinayeti en az 38 kişi pencerelerinden sessizce izledi. Kimse polise haber vermedi. Psikolojide buna “seyirci etkisi” deniliyor. Buna çok benzer bir olay İstanbul’da gerçekleşmişti. Birkaç yıl önce, bir adam metro raylarına düştü ve insanlar uzun süre izledi fakat kimse yardım etmek için raylara inmedi. En sonunda tek bir kişi müdahale etti ve adamı kurtardı. Yani kitle içinde çoğu kişi bulunduğu kalabalığın hal ve hareketlerine göre şekil alırken bireysel cesaret gösterebilenler de olabiliyor.

Eğer bir olayın yanlış olduğunu kendi ahlak kurallarımıza ters olduğunu düşünüyorsak ve hiçbir şey yapmıyorsak zamanla duyarsızlaşırız. Ve sistemin bir parçası haline geliriz. Ama harekete geçmek de cesaret gerektirir. Bu illa fiziksel bir müdahale etmemiz anlamına gelmez. Bazen bilinç yaratıp farkındalığı artırmak bile bir müdahaledir.

Toplumda çoğu insan, seyirci etkisine takılı kalmış bir şekilde yaşamlarına devam ediyor. Tek yaptıkları anlık olarak üzülmek ve hayıflanmak.

Bir toplumun geleceğini şekillendiren geçmişidir.

1922 ile 1998 yılları arasında “kefaret ve rehabilitasyon” adı altında, İrlanda’da kilisenin yönettiği Magdalane Çamaşırhaneleri denilen kurumlar vardı. Bu çamaşırhaneler özellikle “düşmüş kadınlar” olarak görülen fahişeleri, evlilik dışı hamile kalanları, hatta çok güzel olup erkekleri günaha soktuğu düşünülen kişileri topluma kazandırmak bahanesiyle çalıştıran kurumlar olup birçok kadının yıllarca işkence ve kötü muamele gördüğü, çocuklarının zorla kendilerinden koparıldığı, zorla çalıştırıldıkları yerlerdi. Devlet kilisenin etkisi altında olduğundan, aileleri toplum baskısı yüzünden yıllarca bu acımasızlığa, vicdansızlığa sessiz kaldı. Halk tüm bu olaylara şahit olmasına rağmen kılını bile kıpırdatmadı. Bu çamaşırhaneler, kadınları toplumdan izole edip cezalandıran bir sistemin nasıl uzun yıllar boyunca sürebildiğinin ve seyirci etkisinin bir örneği olarak tarihe geçti.

Small Things Like These, Tim Mielants’ın yönettiği, İrlandalı yazar Claire Keegan’ın aynı adlı romanından uyarlanan başrolünde Cillian Murphy’nin oynadığı bir drama filmi.

Bill, İrlanda’da küçük bir kasabada kömürcülük yaparak geçimini sağlayan sıradan bir aile babasıdır. Ailesine zar zor bakacak kadar kazanır ve bunu kazanmak için kendini oldukça hırpalar. Yine de yardıma muhtaç bir çocuğu gördüğünde bile onu görmezden gelemeyecek kadar da koca yüreklidir. Çocukluğu travmatik bir şekilde geçmiş olan Bill’in sık sık bu anıları hatırladığını görürüz. Bir gün kiliseye götürdüğü bir çuval kömür ile kendi vicdanıyla yüz yüze gelir ve hayatının seçimini yapması gerekir. Bir seçim yaparsa tüm kasaba halkı ve otoritesini toplum ve din üzerinden güçlendiren kilise; kendisini ve ailesini dışlayacak, toplumdan reddedecektir. Ya da bir seçim yapmazsa tüm hayatı boyunca geceleri uykusuz geçecek ve kendi vicdan azabıyla baş başa kalacaktır. Sizce Bill, gördüğü şeylere sessiz kalarak seyirci etkisine devam mı etmiştir? Yoksa küçük bir kasabada kadınlar için büyük bir adım mı atmıştır?

Buyurunuz…
İyi seyirler!

Hilal Serra Toplu

Show Comments (0) Hide Comments (0)
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments