Dün Meksika’daydım ve ruhuma çok iyi geldi. Tüm öğleden sonramı başkent Mexico-City’nin Coyoacán beldesindeki meşhur mavi evde ve onu çevreleyen muhteşem bahçede gezinerek geçirdim. Hiç acele etmeden, her köşesinin tadına vararak dolaştım durdum ve hayaller kurdum.
Yeşil boyalı ahşap kapıların hemen hepsi ardına kadar açıktı. Nasıl olduysa, kendimi ilk olarak üst kattaki küçücük bir yatak odasında buldum. El oyası renkli çiçeklerle bezeli, bembeyaz yatak örtüsünün üzerinde gösterişli bir şalla çevrelenmiş bronz yüzü, derin bir uykuya dalmış gibiydi. Uyandırmaktan korkarak, orada durduğunu bildiğim aynayı görebilmek için sessizce yukarı çevirdim gözlerimi. Ayağa kalkamadığı günler boyunca sırt üstü yatarak resim yaptığı bu dört direkli karyola, bir tür atölye olmuştu onun için. Aynadaki modeliyle göz göze, bıkıp usanmadan resim yaparak geçirdiği upuzun saatleri düşünerek, yatağın tepesinden sarkan seramik meleklerin kanatlarını okşadım usulca.
Duvardaki mor şapkalı kolsuz iskeleti, çerçevelenmiş irili ufaklı resimleri, rafta duran birkaç kitabı, el yapımı bebekleri, komodinin üstündeki yapma çiçekleri teker teker, uzun uzun inceledim de; diğer yatak odasına açılan kapının kenarında kendi başına ayakta duran tahta bacaktan hızla çektim gözlerimi. Frida da öyle seslenmişti ya ayaklarına; “uçmak için kanatlarım varken, size neden ihtiyacım olsun?” Ben de gerek görmedim, bacağın tahtadan olanına bakmaya.

Daha geniş olan ikinci yatak odasında daha çok mobilya, duvarlarda daha sık ve daha büyük resimler, birbirinden ilginç biblolarla dolu vitrinler, rengârenk boyalı ahşap sehpalar, iskemleler vardı. Geleneksel Ölüler Günü için hazırlanmış iskeletlerden biri, diğerlerinden çok farklıydı: Neredeyse insan boyunda, kırık dökük bedenini ayakta tutan kafes biçimli korsesi, göz alıcı Aztek kolyesi ve kanatlarını açmış kara bir kuşa benzeyen kaşlarıyla, Frida karşımda duruyordu işte! Bir an bile duraksamadan, olmayan kulaklarına uzandım ve “ancak unutulduğun zaman gerçekten ölürsün, sen hiç merak etme” diye fısıldayarak atölyeye yöneldim.
Bahçedeki dev ağaçlara bakan beyaz parmaklıklı yüksek pencereler bütün ışığı içeri alıyordu. Aydınlık atölyenin zeminine döşenmiş kırmızı boyalı altıgen taşlar yer yer dökülmüşse de, yenileriyle değiştirilmediklerini görmek içimi rahatlattı. Bu taşlar üzerinde yıllar önce atılmış adımların tıkırtısını duymaya çalıştım.
Ahşap masanın boya tüpleri, mürekkep ve pigment şişeleri, paletler, fırçalar ve eskiz defterlerinden açıkta kalan yüzeyi, çalışmaktan aşınmış, çiziklerle dolu ve bir o kadar da davetkâr göründü bana. Ellerimi yıpranmış masanın üzerinde dolaştırmakla, sanki zamanın ötesine dokunacaktım.
Resim sehpasının karşısında duran tekerlekli sandalyeyi bir süre sessizce izledikten sonra, üzerinde pişmiş topraktan arkaik görünümlü heykelcikler dizili, camekânlı kitaplığın önünden geçerek merdivenlerden aşağı indim.
Diego’nun küçük yatak odası, mutfak, yemek odası ve birbiriyle bağlantılı beş salondan oluşan, resimlerle dolu galeri alanının yer aldığı giriş katında renkler daha da çarpıcıydı. Tüm odaların zeminleri kesintisiz olarak, göz alıcı bir kadmiyum sarısına boyanmıştı. Aynı tondaki sarı fayanslar, tüm evi içeriden ve dışarıdan kucaklayan çivit mavisini tekrarlayan fayanslarla buluşarak mutfak tezgâhını, ocak ve bacaları süslüyordu. Hangi tarafa baksam seramik objeler, güveç kapları, tepsiler, tabaklar, çeşit çeşit mutfak gereci vardı; merakla hepsini inceledim. Yemekleri kim hazırlıyordu acaba, diye düşünürken; bakışlarımı yüksek tavanın beyaz kirişlerine doğru kaldırdım ve Frida ile Diego’nun kilden yapılmış minicik kupalarla duvara yazılmış isimleriyle karşılaştım. İçim bir anda ısınıverdi.
Bu duygularla bahçeye çıktım. Bakımlı ama yapay görünmeyen, doğallığını yitirmemiş bir bahçeydi. Evin içinden taşan tüm renklerin burada da izini sürmek mümkündü.
Ortalığın sessizliğine şaşırarak, Cielito Lindo adlı halk şarkısını açtım hiç düşünmeden. Güzel Gökyüzü’ne sesleniyor şarkının sözleri; “sakın ağlama ve şarkı söyle” diyor, “çünkü şarkı söylemek kalpleri neşelendirir…” Frida’nın Umut Ağacı Sıkı Dur adlı resmini yaparken bu şarkıdan esinlendiğini okumuştum bir yerde. Ondan sonra şarkıyı ne zaman duysam, Frida’nın mücadeleci ruhu ve eşsiz direnci gelirdi aklıma. Bu kez tersi oldu; zihnim Frida’yla dopdolu, onun bahçesinde dolaşırken, şarkı geldi ve aklıma yerleşiverdi.
Quirino Mendoza y Cortés 1882’de yazdığı bu şarkıda, “senin evinden benimkine, sadece bir adım var” diyerek avutuyor Güzel Gökyüzü’nü.
Her birimizin haftalardır evlerine çekildiği ve en şanslı olanlarımızın bile birkaç on metrekare içinde ancak bir odadan diğer odaya gezinebildiği bu olağanüstü günlerde, on iki bin kilometre yol yaptım dün. Tiyatro ve konser salonları, sinemalar, dünyanın bir ucundaki müzeler, kütüphaneler, yayınevleri, birer birer kapılarını açtıkça, uzaklar yakın oldu. Frida Kahlo Müzesi[*] de bunlardan yalnızca biri.
Ben dün Meksika’daydım ve ruhuma çok iyi geldi.
Hepimiz aynı Güzel Gökyüzü’nün altında, birbirimize birer adım mesafedeyiz aslında. Yeter ki, o bir adımı atalım, senin evinden benimkine…
Özlem Kalkan Erenus
(Ataköy, 27.04.2020)
[*] https://www.recorridosvirtuales.com/frida_kahlo/museo_frida_kahlo.html