Sene 1978. İstanbul. Kurtuluş. Bizim yan mahallede yedi çocuklu –altısı erkek, biri kız- bir hamal vardı. Geçmişinden bildiğim – nasıl öğrendiğim uzun hikâye – şu: Hamal ilköğrenimini doğum yeri Bursa’da yapmış. Babasını hiç tanımamış. Babasının marangoz olduğunu hiç öğrenmemiş. Anası Mualla Hanım’ı da hatırlamazdı. Çocuk bir yaşındayken veremden ölmüş kadın. Bir fotoğraf bile kalmamış yadigâr öksüze. Öksüze hiçbir şey yadigâr kalmamış. Komşular elden ele büyütmüşler Mehmet’i on yaşına kadar. Sonuncu yatağı kümes olunca Mehmet almış bohçasını kaçmış İstanbul’a. Ayağında takunya terlik, Ocak ayazında bir entari, varmış İstanbul’a. Ağlarını soylar önce örmüş ya kader, hamal olduğu kendisine hiç fısıldanmamış çocuk, çoğunlukta Ermenilerin mesken tuttuğu Kurtuluş’ta almış soluğu. Soğukta bir bankta uyumuş. Sabah kalktığında önünden yaşlı bir kadını –Emare Hanım- elinde türlü türlü yiyecek poşetleriyle geçerken görünce, ‘’Taşıyayım teyze’’ deyivermiş. Ertesi gün ekmek parasını kazanacağı iş belli olmuş. Hamalı mahalleli otuz yıl (çoğu büyükler arkasından, çocuklar gözünün içine baka baka)Takunya Mehmet diye çağırdı. Ta ki Takunya Mehmet bir meşum gün sonrasında, yeni ismini dalga olmuş yayılarak tüm mahalleliden bir ağız duyana kadar.
Eylül’de sağanaklı bir gündü. Göz gözü görmüyor. Günlerden Çarşamba. Pazar kurulmuş. Mehmet’i, Razmuhi Hanım çağırıyor. Dul Norvan Bey’in aşçısı. Mehmet otuz kilo yükleniyor. Yüklenirken başına giydiği poşet çizilip yırtılıyor. Islanmaya çare yok. Bir adam. Kuduz mudur nedir? Hışım, hışım. Sövüyor.‘’Rita’nın da, onu doğuran ananında Allah…’’ Mehmet adamı görmek için arkasını dönüyor. Razmuhi Hanım kolundan çekiştiriyor gerisin geri. ‘’Hadi, hadi, seni ilgilendirmeyen işlere bulaşma, yürü! … Hadi dedim. İllete yüz edilmez.’’
Mehmet yürüyor. At gibi güçlü adımlarla yürüyor. Razmuhi Hanım’ın bir adım arkasından. Gök gürüldüyor kulakları tokmak, tokmak çalarak. Yine de, şimdi az geride kalan, öfkeden gözleri yumru olmuş adamın bağırışı gök gürültüsünden içeri ince patikadan sızabiliyor: ‘’Kimse engel olamaz!Öldüreceğim seni manyak kadın! Öldüreceğim seni Rita!’’
Mehmet düşünüyor da, bizim civarda işte sadece iki Rita Hanım var. Biri diyor, şimdi doksanlarında, (CSO’dan) emekli çellist Rita Sonder. Elektrikler kesildiğinde yaktığı mumu gözü görmez. (Fakat la notasını her sabah, ayin niteliğinde ezberden ve aşağı yukarı saptırmadan burnundan mırıldanır.) Öğrencileri vardır. Diğer Rita ise, Ankara’da devlet işleri gören zengin bir göbeklinin –adamı görmüştü, anlatacağım durumu ise istemeden duymuştu- okulun karşısında tuttuğu pahalı çatı katında umumiyetle hafta sonları bir gün ziyaretine geldiği metresi, güzelliği (ve çirkinliği) dillere destan Rita Margarosyan.
Pazar ahalisi bu ikincisinin tehlikede olduğunda birleşmiş. Domates, patates, kiraz sapı, torbalarını doldururken, Şeytanın bir punduna getirip boru öttüreceği konusunda bağımsız telden hemfikir: ‘’Hiç acelesi yok.’’
Mehmet, Razmuhi Hanım’a belli etmeden arkasını dönüp birkaç saniye gözleriyle adamı arıyor. Adamın yolunun Rita Sonder’in evi yönünde döndüğünü tespit ettikten sonra işine dönüyor. Razmuhi Hanım’a ‘’Sırtımda bir ağrı peydahlandı; Ben izninizle çabucak önden gidivereyim.’’ ‘’Tamam. Norvan Bey evdedir. Açar kapıyı sana. Bırak yükünü mutfağa, git evine Mehmet.’’ ‘’Teşekkür ederim.’’
Bir adımı iki, üç, dört olmuş, derken sırtındaki yükü bırakmış, uçar adım koşmuş, şimdi beline uzanan, bebek saçı gibi parlak –ve ama ak- saçlı Rita Hanım’ın zilini çaldı. Rita Hanım’ın kapı otomatiği bozuk. Sorun görülmemiş. Giriş katta ikamet ettiği üzere aylardır yaptığı gibi apartmanın kapısını açıyor. Hamal bir sudan çıkmış sıçan. ‘’Kim var orada?’’ ‘’Rita Hanım,benim Mehmet.’’ ‘’Ooo, buyur çocuğum. Bir bardak su vereyim içer misin?’’ Başından akan suyu yalar ayak kapıya varmış hamal teşekkür ederek eve giriyor. Rita Hanım mutfakta tabaklara kurabiye koyarken içeri sesleniyor. ‘’Mehmet‘çiğim kahve de getiriyorum. İçersin benimle değil mi?’’ ‘’Sağ ol teyze, içerim.’’
İşte şimdi dışarıdan bağırtı kopuyor:
– Rita! Çık dışarı!
Yaşlı kadın elinde tepsi salona adım atarken her zamanki sakin, sessiz halinde söyleniyor: ‘’Işığı olmayan insan. Orada burada ışık dilenir ama küpü de yok ki. Ne istiyormuş bakalım.’’
Mehmet’in gözleri… Menfi olasılıkları def etme arayışında kör göze fal taşı, şöyle dört bir yana açılmış. Apartman önüne gidip kuduzu karşılamaya yönelen kadının yanında bitiyor bir çırpı.
– Oğlum sen otur ye iç, ben gelirim şimdi.
Hamal dinlemiyor. Kadın üstelemiyor.
– (Apartman kapısı önünde bulduğu karaltıya bakarak) Buyur Kamil Bey. Ne vardı diyeceğin?
– Oğluma benden gizli musiki mi ne boksa onu şey ediyormuşsun, öyle mi?
– Akıllı çocuk. Zamanını değerlendirsin dedim. Sizden para mı istedim?
– ‘Kuran kursuna gitme. Orada insanları hurafelerle kandırıyorlar’ demişsin.
– Doğru dedim. Ekseriyetle kandırıyorlar. Ben de öğrenmek istedim, 72 senesinde gittim Kuran kursuna. Öğrenmek istiyordum. Fakat öyle ya. Ezberden okutuyorlar. Öğrenmek için okumak diye bir şey yok. Bir sürü de hadis adı altında yalan dolan! Şarkıcı kadın günahkârmış, selam vermeyecekmişsin, duvara resim asarsan melekler gerisin geri uçup giderlermiş. Daha neler. Zırva da zırva!
– Kapa gözlerini diyeceğim ama bağırsaklarına kadar körsün kaltak!
Eliyle pardösüsünün cebine davranıyor. Tabancayı göğe daldırıp dolduruyor. Rita Hanım, adamın cevabının gecikmesini, -ah belki de,son ihtimal de olsa düşünmesine yorup:
– Gel Kamil Bey, gel. Sana kahveyle kurabiye ikram edeyim. Hadi buyur içe…
Kurşun ağır. Mehmet siper. Sağ kürek kemiğinden içeri giriyor. Hem kekre ve tombul.
Mahalleliden bütün bunlara saniyesiyle tanık olanlar var.Gizli gizli. Korkak. Olay sonrası pek bir hikâye zengini oluyorlar.
Mehmet hastaneye, Kamil hapishaneye.
Bunun dışında bir de: Takunya Mehmet oldu Büyük Mehmet! Liyakatiyle mübarek. Diğer her şey sanki aynı tas aynı hamam…
Zeynep Ersen