“Beni çok aradın mı?”
Derin bir sessizlik oldu. Dışarda lapa lapa kar yağıyordu. Ve karanlık … Doğayı, zamanı, derini ve uzağı yutan bir karanlık. Pencere önünde, zifiri karanlığa aldırış etmeksizin dışarıya bakıyordu. ”Belki de sadece kendi seçtiğim bir yalnızlığa ihtiyacım var, maruz bırakıldığıma değil.” diye düşündü.
“Buralara böyle bakma. Baharda çok güzel olur. Gerçi karın güzelliğinin yerini tutmaz. Kar yağınca insan burada mahsur kalmış gibi hissediyor. Yalan da değil hani. Bazı günler, kapıdaki odunları eve getirmekte bile zorluk çekiyorum. Karda bir adım atılamaz, göz gözü görmez oluyor. Gerçi ben en çok da bu kapana kısılmış halini seviyorum. İnsanı ‘an’a döndürüyor. Tam ve mutlak bir şey yok hissiyle ilerisini ve gerisini düşündürtmüyor. İnsanın umudu oldu mu zihni de susuyor. Soyunuyor delik deşik kostümlerinden, mecburi rollerinden, azad oluyor kendinden. Ve fakat ne kadar çok özgürlük, o kadar pranga aslında. Bu sefer bakmış kendi özgürlüğünün esiri olmuş. Günün sonunda hiçbir yere gidemeden, hayalleriyle ölüyormuş insan.”
Yerde ve masada duran gaz lambasından, sarı sıcak bir ışık tüm odayı doldurmuştu. Pencere camından sureti yansıyordu. Kafasını kımıldatmadan tek bir yere odaklanmıştı.
“Üşümüş olmalısın. Şömineyi yakayım.”
Odunluk, evin dibinde olmasına rağmen gidip gelmesi uzun zaman aldı. Bir kucak dolusu odun ve bembeyaz bir suratla kendini eve zor attı. Üstündeki karları silkeledi. Kazağı kar ile uyumluydu. Üzerinde beyaz kar taneleri vardı. Bordo renkli, yıpranmış ve üzerine bol geliyordu. Odunlardan küçük olanları şömineye koydu. Ateşi yaktı. Sanki kalbi şömine gibiydi. Bir nevi aşkın beyanı değil miydi içinde yanan alevi?
“Birazdan sıcacık olur. Biraz köhne kaldı bu kulübe. Dışardan soğuk alıyor. Her bahar onaracağım diyorum. Havanın güzelliği ile unutup gidiyorum. Gerçi artık baharlar da bahar gibi olmuyor. Ne zaman kış bitiyor, ne zaman yaz başlıyor belli değil Bazı şeylerin de teşrifini böyle kaçırıyorum. Dönüştüğüm insanı da ancak şaşırtıcı kelamlar ederken kendimi yakaladığımda tanıyorum. Daha düne kadar…”
Konuşmaya devam ediyordu. Mevsimlerin, insanların, yiyeceklerin değiştiğinden. Sesi flulaşmaya başlamıştı.
Pencere önünden hareketlenip şömine önüne doğru oturdu. Eli, ayağı, sözleri buz tutmuştu.
“İyi geldi dimi sıcak? Şimdi kahve de yaparım. İçimiz ısınır. Hem konuşacak çok şey var. Sen benim bu kadar çok konuşmama bakma. Bilirsin heyecanlanınca dilime hakim olamıyorum. Kaç yıl geçti bak. Hatırlıyor musun? İçinde uzun zamanlar geçen öyküleri severdin. Bir anda olup biten değil. Ben de içimden hep biraz yeteneğim olsa da sana içinde zamana yenik düşmeyen öyküleri yazabilseydim diye düşünmüştüm. Sonra… sonrası elimden bir şey gelememesi… İçeri düşeni dışarı çıkaramamak, ismini ve dünyadaki yerini bulmasına ön ayak olamamak bir nevi. Her şeyin kendine ve zamana yenik düşmesi… “
“Var mıyız gerçekten? Hiç var olduk mu?” diye derinden bir ses duyuldu.
Şömine önünde duruyordu. Gözlerini içindeki hislerin şeklini onlarda arar gibi ateşe dikmiş.
“Kahveni nasıl içersin? Eskiden olduğu gibi sade ve şekersiz mi?”
Kafasıyla onayladı. Birden ağzından birkaç kelime dökülüverdi.
“Bu kadar kolay mı pes etmek? Bununla yıkılmak? Bununla yok olmak? Zihnini karanlıkta attığın o mızrağın peşine takmak”
“İşte kahve hazır. Biraz için ısınsın. Açsındır da sen. Sana bir şeyler hazırlayayım. Pek bir şeyim yok. Biraz peynir, bal, reçel ve ekmek çıkarırım hemen. Ekmeği burada kendim yapıyorum. Malum uzak burası her yere. Sonbaharda alıyorum erzaklarımı. O da çok şey değil. Patates, un, konserve, peynir, bal. Dayanabilecek ve temel ihtiyaçlarımı görecek şeyler sadece. Taze meyve, sebze pek olmuyor maalesef. Tatlarını bile unuttum. Ama artık aramıyorum da. Artık aramadığım o kadar çok şey var ki…Kimliğim, istikametim, heybemde bunca zaman biriktirdiklerim.. Hayatı aramakla geçen bir insan için ne garip. Arayıp hiçbir şey bulamamak. İnsanın en derinine bunun huzursuzluğun oturması. Zamanı geldiğinde zamanın geldiğini anlayamaması. Tüm yenilgilerine teslim olması…”
Kahvelerinden birer yudum aldılar. Fincanlarını iki elleriyle tutup göğüslerine dayadılar. İkisi de gözünü yanan odunlardan ayırmıyordu. Odunun çıtır çıtır sesi tüm odayı doldurmuştu. Artık oda biraz olsun ısınmıştı. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Konuşmazsa yine o korktuğu sorular gelecek. Bu sefer kaçamayacaktı belki de. Ne diyebilirdi ki? Cevaplarını kendi biliyor muydu? Bunların hiçbir önemi yoktu. O yanındaydı. Herkesten kaçtığı bu yerde, her yere kaçmak isteyeceği ve mütemadi bir bağlantı hissettiği o kişiyleydi. İsimle ateş arasında dedikleri.
Doğrulup mutfağa doğru gitti. Küçük bir tepsi ile iki dilim ekmeğin üstüne reçel sürdü getirdi.
“En sevdiğin çilek reçeli bu. Çilekleri kendi ellerimle topladım. Buranın çilekleri bir başka oluyor. Senin için yapmıştım reçeli. Her yaz bir kavanoz yapıp gelecek yıla kadar hiç dokunmazdım. Sonraki yıl yenisini yapıyordum. Bir gün belki gelirsin diye… Şu anda karlar altında ama vişne ağacı da var bahçede. Onun da reçeli var. İnsan burada hiçbir şey yapamıyor. Sadece reçel.
Uzun yemyeşil yaylalar var burada. Kar yağmadan önce her gün upuzun yürüyüşlere çıkıyordum. Yürüdükçe sadece olduğum yerden değil, zihnimden de kaçar oluyordum. Hiç durmak bilmeyen sesler, yorgunluğuma yenik düşüyordu. Aslında biraz ilerde iki dere arasında uzun ince bir patika var. Onların sonunda iki tane tepe var. Oraya çıkıp geri dönüyordum. Hangi tepeye çıksam diğeri aklımda kalıyordu. Yürüyüşlerim o kadar uzamıştı ki artık iki tepeye de çıkıp öyle dönüyordum. Aslına bakarsan bunu neden yapıyorum bilmez hale gelmiştim ki kar imdadıma yetişti. Çıkamaz oldum buradan. Görünmez kentlerde, görünmez insanlarla yaşadıktan sonra burayı buldum. Tek sahici olan bu yeri buldum. İnsan hayatında gerçek bir yerde var olmalı. Şimdi yürümeye başlasa dünyanın bütün labirentlerini bulmaya başlayacağı o yerde.
‘Her şeyi anlamak zorunda değilsin’ demiştin. Hatırlıyor musun? O zaman hiçbir şey anlamamıştım bu sözlerinden. Sonra uzun uzun düşündüm ne demek istediğini, neyi kastettiğini. Söylediklerini mi? Söylemediklerini mi? Ya da hayatın bu sıradan, savrulup giden akışında mı bahsediyordun? Hala da pek anlamış değilim ne demek istediğini. Sen yokken çok düşündüm. İnsan yaşı ilerledikçe, ileriyi değil daha çok geçmişi düşünüyor. Kısa süreli mutlu anları aklından çıkmasa da daha çok keşkeleri ile yaşıyor. Ne çok hata yapmışım, ne çok yanılmışım. Kaygılarımı ve kavgalarımı ne çok çoğaltmışım. Hiç sevmediğim bir insandan, savaştığım bir insana dönmek zaman aldı. Savaşıp kaybettiğim bir insana dönüşmek. Dönüşürken keşkelerimi kabul edip ateşkes ilan etmek, mutlu ve huzurlu olmasam da bir şeylerin farkına varmaya çalışarak yaşamaya çalışmak… Artık hayattan tek beklentim bu oldu. Eskiden küçük dünyamda büyük laflar ediyormuşum. Her küçük insan gibi. Şimdi gerçekten küçücük dünyam var ve elimde bir avuç yaşam.”
‘Ne zamandır buradasın?’
‘Ne zamandır yoksun?’
‘Burası neresi?’
‘Bu kim?’
Sorular rüzgarda bir oraya bir buraya savrulmaya başladı. Soruların içindekiler de. Bu son fırtına içinde ne varsa ne yoksa silip götürdü. Zamanı, ağacı, çilek reçelini ve bu yıkık kulübeyi… Beni bırakırsan aşağı düşerim…
Derken kapı çaldı.
Ve açtığında görünmez bir kulübe karşısına çıktı. Ve o kelimeler döküldü.
‘Beni çok aradın mı?’
Murat Öksüz