Shopping Cart
Total:

$0.00

Items:

0

Your cart is empty
Keep Shopping

Arzu Suriçi: ‘Sistem, insanları hayalleri ile birlikte yutuyor’

Tiyatro için üniversitede klasik arkeoloji okumak aklınıza gelir mi?
Arzu Suriçi’nin; ailesi oyuncu olmasını istemeyince klasik arkeoloji bölümünü kazanıp, tiyatroya ve amacına ulaşmasının hikayesi, rol aldığı oyunlar, adından söz ettirdiği yönetmenlikler, yeni oyundaki rolünün heyecanı, sanat, hayat, gündem ve daha birçok konu sohbetimizde…

Corona sonrası ‘Yalnız Başaklara Azgın Boğa’ oyunuyla yeniden sahneye çıkma, sahnede olma heyecanını yaşayan, pandemi dünyayı durdurmadan önce de Oblomov, Fareler ve İnsanlar, Salaklar Sofrası ve İnsan Çağı oyunlarıyla tiyatroda oyunculuğunu konuşturan, Türkiye’de il il gezerek okullarda drama atölyeleri yapan; salgın sürecinde okuma metinleri yöneten, reklam, dizi ve filmlerde de rol alan; oyuncu, yönetmen, eğitmen Arzu Suriçi Kireççi ile keyifli sohbetimize buyurmaz mısınız?

Söyleşi: MELİKE BİRGÖLGE

‘TİYATRO SINIRLARDAN BESLENİR VE DAHA ÜRETKEN OLURSUNUZ!’

  • Yaklaşık iki yıllık bir aradan sonra Yalnız Başaklara Azgın Boğa oyunuyla sahnelerdesiniz. Bu oyunla, rolünüzle nasıl tanıştığınızla başlamak istiyorum.

Rolle tanışmam pandemiden dolayı biraz sancılıydı. Çalışma saatlerimiz ve günlerimiz kapanmalar dolayısıyla oldukça sınırlıydı ama şunu söyleyebilirim, tiyatro sınırlardan beslenir ve daha üretken olursunuz. Biz de ekipçe hem çok eğlendik hem de ürettik. Bu süreci çok seviyorum; beni hayata bağlıyor, daha fazla emek vermek ve mücadele etmek. Aslında çalıştığım ekibi yani Devri Alem Oyuncuları’nı uzun zamandır tanıyordum. Sadece işlerimin yoğunluğu nedeniyle bir türlü bir araya gelememiştik. Pandemi bizi bir araya getirdi. Sevdiğim insanlarla beraberim. Tanya Aksu Gökdeniz yani ekibin, tiyatronun kurucusu ve aynı zaman da oyundaki rol arkadaşım. Hasan Can oyunumuzun yönetmeni ve rol arkadaşım. Yalın ve sahnenin arkasındaki sihirbazlar, bir varız, bir yokuz. Bizim hikayemiz, yolculuğumuz böyle başladı.

  • Samimi, gülümseten, sıcak, izlerken düşündüren ‘Yalnız Başaklara Azgın Boğa’ oyunundan bahsetmeniz gerekirse…

Zıt karakterlere sahip yalnız iki kadının hikayesi. Bu oyun biraz hayaller, biraz hüzün, biraz yanlış anlaşılmalardan doğan bir komedi. Dediğin gibi sıcak ve samimi. Gülmeye ihtiyacımız vardı, biz de sezonumuzu ve seyircimizi böyle bir oyunla karşılayalım dedik.

‘MUTLULUK, SEÇERSEN SENİNDİR!’

  • Oyunda günübirlik ilişkilerle mutluluğu yakalayabileceğine inanan bir karakter var. Ve buna arkadaşını da yani sizin canlandırdığınız karaktere  inandıran. Böyle midir gerçekten, günübirlik ilişkilerle mutluluk yakalanır mı?

Bir varız, bir yokuz dedik ya, günübirlik ilişkiler de öyle; bir var bir yok anlık mutluluklar, daha doğrusu anlık hazlar diyelim. Hiç bir şey sonsuz değildir elbet ama sevgi, mutluluk hep var. Orada gökyüzünde asılı. Seçersen senindir. Bazen yer değiştirir ama hep oradadır, bilirsin. Ne kadar kullanacağın, sana bağlıdır.

‘KYBELE İÇİMİZDE!’

  • Oyunda da mutluluğu arayan iki kadından da yola çıkarsak; daha çok, kadınların şikayetçi olduğu yalnızlık neden kabul edilmiyor, istenmiyor?

Kadın olarak var olmak tüm toplumlarda gerçekten zor. Genel, öğretilmiş davranışlar ve duygular yaşıyoruz. Bu asırlardır değişmedi. Şekiller değişti, dinlediklerimiz, işlerimiz, görünüşlerimiz değişti ama hissettiklerimiz daha doğrusu bize öğretilenler, kalıp bilgiler değişmedi. Kadın olmak yalnız olmamayı gerektirdi hep. Hiçbir dönemde, hiçbir toplumda yalnız olamadık biz. Hep gölgeydik ve bence bu çok acı. Acının içindeki kadın olmak ve bir hayatı sürdürmeye çalışmak, acıyla büyümek, yarım olmak, bir o kadar güçlü ve mücadeleci yaptı kadınları. Karda açan kardelenler gibi açmaya da devam edeceğiz. Kybele içimizde.

‘KADIN, BİR GÖLGE OLARAK YAŞAMAYA ZORLANDIĞINDA DAHA GÜÇLÜ VE ÖZGÜR!’

  • Halbuki insanların kabullenemedikleri yalnızlıklarının, onları nasıl sakinleştirip özgür bıraktığını fark etseler…

Dediğim gibi acıyla ve bir gölge olarak yaşamaya zorlandığında daha güçlü ve özgür oluyorsun ama bu acının içinde kaybolan kadınlar da var. Baskının daha fazla olduğu toplumlar, bölgeler var. Onlar belki de yalnızlıklarının içinde özgürler ama maalesef üretken olmalarına izin yok. Bir de bu imkana sahip olup en azından kapatıldığı kabuğunu kırmayı başarmış olup, yalnızlığında özgürleşemeyenler var.

‘KADINLARDAKİ NETLİK; ‘BEN BURADAYIM, VARIM’ ÇIĞLIĞI!’

  • Erkekler, kafalarına göre, bazen böyle gelmiş böyle gider anlayışıyla, bazen de kendi hayatındaki ‘belki’lerle yaşamaya devam eder. Kadınlar ise ‘belki’lerle yetinmez. Erkeklerin kabullenmişlik, kadınların netlik isteği arasındaki uçurumla ilgili neler söylemek istersiniz?

Kadınlardaki netlik; ‘Ben buradayım, varım’ çığlığı bence. Erkeklerdeki kabullenmişlik ise bu çığlığı bastırma, öğretilmiş bir davranış biçimi.

‘ZIT DURUM VE DUYGULAR HAYATIMIZI YÖNLENDİRİR!’

  • Corona öncesine kadar Dionysos Tiyatro’nun sahnelediği; Oblomov, Fareler ve İnsanlar, Salaklar Sofrası oyunlarında rol aldınız. Keyifle izlediğimiz bu oyunlar ve oyunlardaki rolleriniz için bir değerlendirme yapacak olsanız neler söylemek istersiniz?

Oblomov benim için özel bir oyundu. Zıt durum ve duygular hayatımızı yönlendirir. Oblomov da eylemsizliğin içindeki eylemi anlatan bir karakterdi. Rus yazar Ivan Gonçarov’un, Oblomov eserini oyunlaştırdığı için, Dionysos Tiyatro’yu kuran ve aynı zamanda rol arkadaşım olan Erdem Topuz ‘a çok teşekkür ediyorum. Ben Oblomov’un yaşam bulduğu, aşık olduğu kadın olan Olga’yı büyük bir eylemsizliğin içinde eylem olarak canlandırdım. Çok naif ve şiirsel bir oyundu Oblomov ve aynı zamanda felsefesini yaratmış bir oyun Oblomovluk diye bildiğimiz. Sisteme eylemsizliği ile karşı çıkan bir karakter Oblomov.

‘SİSTEM, KÜÇÜK İNSANLARI HAYALLERİYLE BİRLİKTE YUTUYOR!’

  • Fareler ve İnsanlar oyununa gelirsek…

Fareler ve İnsanlar oyunu, bilindiği gibi Amerika’daki büyük buhran zamanında geçiyor. Küçük insanların küçük hikayeleri… Her bir karakterin ulaşmak istediği bir hayali var. Ama hiç kimse bu hayaline ulaşamıyor maalesef. Sistem bu küçük insanları hayalleriyle birlikte yutuyor çünkü. Canlandırdığım karakter oyunda ki tek kadın karakter olan, ne acıdır ki kadının adı yok. ‘Curly’nin Karısı’ olarak geçiyor oyunda, malum. Bu erkeklerle çevrili çiftlikte kadın olarak hayatta kalmaya çalışıyor. Kocasının gölgesinde ve evet bu kadının da bir hayali varmış. Oyuncu olmak ama olamamış. Tekrar denemek istiyor oyuncu olmayı. O adının bile kullanılmadığı, kocasından hiç bir şekilde ilgi görmediği çiftlikten kaçıp kurtulmak ve hayaline sarılmak istiyor ama olmuyor, olamıyor. Sistem, yutup yok ediyor, hayaliyle beraber bu küçücük ama benim için hayata karşı güçlü durmaya çalışan bu kadını. Curly’nin karısına hayat vermek eşsiz bir deneyimdi.

‘DİŞİ BİLİNEN CURLY’NİN KARISINI, YERİ GELDİĞİNDE ERKEKSİLEŞTİRDİM!’

  • Ama bilinenden farklı bir Curly’nin karısı vardı sahnede, sizin hayat verişinizde.

Seyrettiğim bütün filmlerde ve oyunlarda saf, biraz da dişiliğini kullanan bir karakter olarak yorumlanmıştı. Bendeki karşılığı ise o değildi. Ben biraz daha güçlü bir kadın karakter yaratmıştım, erkekler dünyasında yaşayan. Hem dişi hem de yeri geldiğinde erkeksileşen bir karakterdi Curly’nin karısı. Bende bu kadının bir ismi vardı “Beatrice”…  Evet, ismi buydu. Bütün kadınlara selam olsun.

‘İNSAN ÇAĞI SAYESİNDE VEJETARYEN OLDUM!’

  • Bu oyunların yanı sıra Tatavla Tiyatro’nun İnsan Çağı oyunda da rol aldınız. Dikkat çeken, farklı bir konuydu işlenen.

Aslında oyun Alman tiyatro topluluğu olan Grips Çocuk Tiyatrosu’na ait. ‘Gök, Toprak, Hava, Deniz’ adlı oyundan Eraslan Sağlam tarafından günümüze ‘İnsan Çağı’ olarak uyarlandı. Oyunun çok önemli bir söylemi var. ‘Büyükler çocukları öldürüyor.’ Bu söylem bir metafor olsa da, çok acı gerçekten. Oyun bu söylem üzerinden iklim krizini anlatıyor. Tüketim toplumundayız ve dünya yok olmak üzere. Ki bu bilimsel bir gerçek. Oyunda, dünyanın yok oluşuna çocuklar karşı çıkıyor ve açık açık ‘Böyle tüketmeye devam ederseniz dünya yok olacak, gelecekte yaşayabileceğimiz gezegenimiz olmayacak. Büyükler çocukları öldürüyor’ diyorlar. Bu açıdan çok cesur bir oyun oldu. Aslında çocuk oyunu ama zaten çocuklar her şeyin o kadar farkındalar ki… Biz oyunu büyüklere izletmek istedik O yüzden afişte ve tanıtımlarda çocuklarla beraber büyüklerin de izlemesi gerektiğini yazdık ve söyledik. Oyun için bir ay iyi bir dramaturji çalışması yapıldı uzman kişilerle. En önemlisi Açık Radyo’dan Ömer Madra’ydı. Aktivistlerle çalışıldı. Hatta çocuk aktivistlerle de… İnanılmaz duygulu anlar yaşandı. Benim için çok büyük farkındalıklar kazandığım bir oyun oldu. Her oyun sonrası konunun uzmanlarıyla söyleşiler yapıldı. Bu süreçte kendimdeki en önemli değişikliği belirtmeden geçemeyeceğim, vejetaryen oldum. Bu söyleşilerden öğrendiğim, dünyanın yok oluşuna hayvan sektörünün en büyük zararı verdiği. Ama oyun maalesef coronaya takıldı. Sahnelerin açılmasına rağmen bu sezonda oynayamıyoruz. Çünkü oyun 17 kişilik. Ama oynayacağız. Oyunun acı verici de olsa ‘Dünya yok oluyor. Büyükler çocukları öldürüyor’ söylemini cesurca söylemeye devam edeceğiz.

‘SANIRIM YÖNETMENLİĞİ OYUNCULUKTAN DAHA ÇOK SEVİYORUM!’

  • Corona birçok sektörü durdurdu ama sizi hayır. Siz bu süreçte Tatavla Tiyatro ve sanatseverlerle okuma metinleri yönettiniz. Kolaymış gibi görünen aslında zor olan bu çalışmanızın sürecinizden bahseder misiniz biraz?

En sevdiğim bölüm hatta daha çok çalıştığımızı da söyleyebilirim. Biz oyuncular üretmeden, oynamadan, sahnesiz, seyircisiz yaşayamayız tabii ki. Bu çalışmanın mimarı Tatavla Tiyatro’nun kurucusu ve genel sanat yönetmeni olan Eraslan Sağlam’a çok teşekkür ediyorum. Dediğim gibi sınırlar bizi durduramaz. Hatta daha özgür ve güzel üretimler çıkar bu kısıtlamalar doğrultusunda. Mademki teknoloji çağındayız, biz de bu teknolojiyi kullanalım dedik. Bir takım zoom üzerinden yapılan toplantılar sonucunda, her hafta sonu yine zoom üzerinden canlı oyun okumaları yapmaya karar verdik. Bir süre sonra buna ek olarak şartsız, koşulsuz, ücretsiz, yaş sınırı olmadan herkesin katılabileceği dört haftalık derslerden oluşan Tatavla Açık Konservatuvarı’nı yine zoom üzerinden planladık ve uyguladık. Oyunlar da ücretsizdi bu arada. Başta heyecanlı ve biraz da tedirgindik. ‘Nasıl olacaktı? İnsanlar gelecek miydi? Dijital üzerinden tiyatro nasıl olacaktı?’ gibi kafamızda deli sorular dolaşıyordu. Alışmıştık biz seyirciyle yüz yüze olmaya, o sıcaklığa ve canlı iletişime. Gerçi uzun bir zamandır tiyatroda dijitalden, teknolojiden yararlanılarak oyunlar sahneleniyor, yine seyirciyle yüz yüze oluyorsunuz. Bu ise bambaşka bir durumdu. İlk oyunumuz Pirandello’nun ‘Altı Kişi Yazarını Arıyor’ oyunuydu. Oyunu dijitalde ben yönettim. Tabii oyunculuk ve yönetmenlik dinamikleri çok farklıydı. Bu farklılıklarla güzel bir oyun okuması gerçekleştirdik. Seyircimiz vardı. Ekrandan bile olsa, çok güzel bir duyguydu tekrar seyirciyle olmak. Sonra her hafta yeni bir oyun çalışıp, seyirciyle buluşturduk büyük bir heyecanla. Oyunların sonrasında seyircilerimizle söyleşi yaptık. Bir süre sonra şunu fark ettik, bir baktık ki, oyunlarla sadece İstanbul’dan değil Türkiye’nin dört bir yanından seyirciyle buluşuyoruz. Bu bizim en büyük kazancımız oldu, pandemi döneminde. Seyircimiz ailemiz olmuştu. Onlar bize, biz onlara iyi gelmiştik. Böylece başlattığımız açık konservatuvar da büyüdü, çoğaldı. Her yaştan ve meslekten öğrencilerimiz oldu. Ben onlarla dört hafta çalışıp bu sefer dijital sahneyi onlara bırakıyordum. Onlar da çalıştığımız oyun okumasını bir neşe, bir heyecan ve telaşla sahneliyorlardı dijital üzerinden. Böyle böyle tam yedi ay üretmeye, dijital üzerinden seyircimizle buluşmaya devam ettik. Farklı dinamikleri denemek, deneyimlemek müthişti gerçekten. Bu süreçte tam on bir oyun yönettim. Sanırım yönetmenliği oyunculuktan daha çok seviyorum. (Gülüyor)

  • Okuma metinleri yönetmenin oyunculuğa katkısı ne şekilde oluyor? Ve oyuncu neleri daha bariz görüyor bu sayede?

Şöyle… Hep sınırlardan bahsettik pandemi, kapanma, dijital, ekran, bunlar bir sınır tiyatro için ama gerçekten öyle mi? Ve yine tekrarlıyorum sınırlar bizi özgürleştirir, o sınırlı imkanlarla daha üretken oluruz. Oyun okuması da öyle aslında; dekor yok, kostüm yok, metin ve oyuncu var sadece. Yönetmen için de, oyuncu için de müthiş bir hayal gücü ve yaratım süreci bu. Uzun metraj ve kısa metraj film gibi kısa bir sürede etkili bir anlatım sergilemelisiniz. Sınırsız bir hayal gücü, müthiş değil mi?

‘YÖNETMENKEN KENDİMİ ÇOCUK GİBİ HİSSEDİYORUM!’

  • Oyun yönetmek mi, metin okumayı yönetmek mi demeyeceğim tabii ki, oyun yönetmenliği ile metin okuma yönetmenliğinin size ve birbirine kattığı artılar?

Yönetmenliğin her şekli, her süreci benim için önemli. Tiyatro sevdam oyunculukla başladı. Bu süreç içerisinde yaptığım ve deneyimlediğim bazı şeyler beni yönetmenliğe taşıdı. İnanılmaz bir serüvendi benim için. Puzzle gibi bir sürü parça var elinde ama puzzledan bir farkla, orada oluşturacağın şey bellidir, onun dışına çıkamazsın. Burada sonsuz seçenek var, yeni bir dünya yaratmak için yazarın söyledikleri, oyuncuların yorumları, müzik, dans lunapark gibi. Yönetmenken kendimi çocuk gibi hissediyorum, elimde bir sürü oyuncak var ve istediğim gibi oynayabilmek şahane. Yönetmenlik sevdam beni Galata Perform ve oradaki değerli insanlarla tanıştırdı ve tabii ki okuma tiyatrosuyla. Yeşim Özsoy, Ferdi Çetin, Ozan Ömer Akgül Galata Perform’un yaratıcıları ve yeni tiyatro metinlerini Türk Tiyatrosu’na kazandıran bir ekip. Sekiz ay dolu dolu yazarlık ve yönetmenlik dersi alıyorsunuz. Sekizinci ayın sonunda tiyatro metinleri ortaya çıkmaya başlıyor tazecik. Daha sonra bu metinler biz yönetmenlerin ellerine bırakılıyor. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında da seyircisiyle buluşuyor. Bu kadar neden anlattım? Çünkü yeni metinleri tanıtmanın seyircisiyle, yönetmeniyle, okuruyla buluşturmanın en dinamik en tatlı yolu bu platformlar. Okuma yoluyla yayınlanmasını beklemeden görücüye çıkmasını sağlıyorsunuz. Yönetmen olarak da hiç işlenmemiş metni alıyorsunuz ellerinizin arasına ve bir oya gibi işliyorsunuz oyuncuyla beraber. Okuma tiyatrosunun asıl amacı işlevi bu aslında. Ama pandemi döneminde yaptığımız; bildiğimiz bir metni dijital üzerinden okuma olarak yönetmek, o bildiğimiz metinlere yeni bir soluk getirdi.

‘OKUMA TİYATROSU, BANA YENİ BİR OYUN ALANI, YENİ BİR LUNAPARK SUNDU!’

  • Bunlardan başka?

Yönetmen olarak bana yeni bir oyun alanı, yeni bir lunapark sundu diyebilirim. Ama tabii ki yeni metinleri de dijital üzerinden okuma tiyatrosu olarak seyirciyle buluşturduk bu süreçte. Oyun yönetmekle aslında arasındaki tek fark; elinizde metin yok ama sınırsız bir hayal gücü var; yeni bir dünya, yeni bir anlatım sunmak için.

  • Bu iki halkanın ayrıştığı noktalar neler peki?

Dediğim gibi okuma tiyatrosunda sadece metin ve oyuncular var elinizde. Oyuncuların metni okuyarak oynamaları gerekiyor. Yönetmenin ise küçük bir atmosfer yaratması gerekiyor, metni görünür kılmak için. Diğerinde ise metin yok yani oyuncuların paşa paşa ezber yapması gerekiyor. Prova süreci doğal olarak biraz daha uzun sürüyor.

‘TİYATRO BENİM RUH ARKEOLOJİM!’

  • Oyunculuğu arkeolojiye benzetiyorum. Bir karakteri yaratırken çok gözlemlenir, çok çalışılır. Arkeolojide de çok arayıp az bulunur ya… Mesleğinizin, oyunculuğun en güzel yanı da bu olsa gerek. Her rolde daha derinini kazıyor, merak ettiriyor, insanı sevdiriyor, nefret ettiriyor, düşündürüyor. Ne dersiniz, neler söylemek istersiniz ruh arkeolojisi ile ilgili?

Ne güzel ifade ettin Melike. Tiyatro benim ruh arkeolojim, bunu çaldım. Bir keşif, insana dair, hayata dair, yaşayamadığım her şeyi yaşayabildiğim, deneyimleyebildiğim bir alan tiyatro. Sadece oyuncu olarak değil sanatın ve hayatın her alanıyla ilgili olmak, merak etmek, gözlemlemek, sonsuz hayal gücü, sınırsız olmak, kurcalamak, didik didik etmek hayatı, bu böyle uzar. (Gülüyor)

‘TİYATRO, BENİM İÇİN HEP ÇOCUK KALMAK!’

  • Peki ya tiyatro?

Tiyatro, benim için hep çocuk kalmak. Oyun oynamak, merak etmek ve sonsuz hayal gücüyle üretmek hayatın içinde.

‘İNSANLARIN İÇİNDE KAYBOLAN MERAKLI ÇOCUĞU ÇIKARIYORUM’

  • Oyuncu neyi yakalamak için çabalar?

Ben bir şey yakalamaya çalışmıyorum açıkçası. Dediğim gibi çocuğum ve oyun oynuyorum elimdeki oyuncaklarla ve paylaşıyorum. Öğreniyorum, farkında oluyorum, farkındalık yaratıyorum. Belki de insanların içinde bir yerlerde kaybolmuş olan o meraklı çocuğu çıkarıyorum ortaya.

‘ANNEM VE BABAM OYUNCU OLMAMI İSTEMEDİ!’

  • Ankara Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nde okurken sanatla tanışmanızın, tiyatro çalışmalarına başlamanızın hikayesi?

Klasik bir hikaye… Annem ve babam oyuncu olmamı istemedi. (Gülüyor) O dönem için geçerli bir meslek değildi. Lise yıllarımda karar vermiştim oyuncu olmaya. Tiyatro okumalıydım ben. İzin yok ama inatçı bir yapıya sahiptim. Hemen planlar yapıldı, başka bir şehirde, başka bir bölüm okuyacaktım. Tiyatro ile ilgilenip, tiyatro bölümüne geçiş yapacaktım. Ankara istiyordum, neden bilmiyorum. Bölümler düşündüm kendime; gazetecilik olabilir dedim sonra İdiana Jones filmlerine hayranlığımı hatırladım, bu gerçek. O dönem çok popülerdi (Gülüyor) Gazetecilikten başka arkeoloji de olabilirdi. Klasik Arkeoloji üçüncü tercihimdi. Ve sonunda büyük uğraşlar neticesinde beklenen gün geldi çattı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nü kazanmıştım. Hedefime ilk adımımı atmıştım ve çok mutluydum. Okulu kazandıktan sonra öğrendim ki, fakültenin tiyatro bölümü varmış. Daha ne isteyebilirdim. Bir yandan bölümde okurken, bir yandan da tiyatro ile ilgilenmeye başladım. Ama tiyatro süreci biraz farklı işledi.

  • Nasıl?

Tiyatro okumak en büyük hayalimdi. Sınavlara hazırlanmaya başladım ama sınav zamanı o kadar heyecanlanıyordum ki, bir türlü kendimi tiyatro sınavlarında tam ifade edemedim. Belli bir aşamaya kadar geliyordum. Çat bakıyordum, kazanamamışım. Yıldım mı? Hayır. Devam ettim mücadeleye. Ama bu arada Klasik Arkeoloji okumayı da sevdiğimi fark ettim. Zaten tiyatronun içindeydim, o kurs senin, bu kurs benim, dolaşıp duruyordum oyunculukta gelişmek için. Bir yandan da okuldaki tiyatro bölümünün teori derslerine de katılıyordum. Sonra çeşitli tiyatrolarda da oynamaya başlamıştım. Bir elim yağda, bir elim baldaydı. Daha ne isteyeydim ki? Bölümümü bitirdim. Hatta tezimi arkeoloji ve tiyatro üzerine verdim. Bölümde çok popüler olmuştum. (Gülüyor) O zamandan bu zamana bu büyülü dünyanın içindeyim. 1999’da İstanbul’a taşındım sevdiceğimle beraber. Ankara’da kurduğumuz tiyatroyu ve birikimimizi de İstanbul’a taşıdık. Asıl İndiana Jones’luk burada başladı.

‘BİZİM ÇOCUK OYUNLARIMIZDA; RENGARENK KOSTÜMLER, MASAL KAHRAMANLARI, BANGIR BANGIR MÜZİK HİÇ OLMADI!’

  • O yıllardan 1993 yılından günümüze kadar Lila Düşler Tiyatrosu’nun Genel Yayın Yayın Yönetmenisiniz. Lila Düşler Tiyatrosu olarak neler ağırlıkta ve ön planda, oyunlarınızın, tiyatronuzun misyonunda?

Ankara’da başlayan tiyatro mecrası ve bu yolculuğun İstanbul’a taşınışı… Her şey film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor şimdi anlatırken. Ankara’da bir yandan okurken bir yandan da tiyatro ile haşır neşir olmaya başladığımı söylemiştim. Eşimle Ümit Kireççi ile o yıllarda tanıştım. Ben klasik arkeolojide o ise Alman Dili’nde okuyordu. Ama ikimizin de yüreğinde tiyatro sevdası vardı. Bunun için hep çabaladık, beraber ürettik. O daha sonra Tiyatro Dramatik Yazarlık Bölümü’nü kazandı. Bu gelişme üzerine ‘Başka tiyatrolarda çalışmayalım, kendi tiyatromuzu kuralım’ dedik. Ve bir cesaret Ankara İzdüşüm Tiyatrosu’nu kurduk. Bir yandan okuyorduk, bir yandan da Ümit oyunlar yazıyordu çocuklar için. Okullarda, sahnelerde, çeşitli organizasyonlarda oyunlarımızı oynuyorduk. Hep çocuklar için üretti, oyunlarını yazdı Ümit ve sahneledik. Çünkü önemliydi çocuk olmak, ciddiye alınmalıydı. Oyunlarımızın çoğu çocukların günlük hayatta karşılaştığı sorunlardı. Bunları anlatıyorduk onlara, sorunlarını nasıl çözmeleri gerektiğini vs… Hayatı ve kendini sorgulayan çocuklar olsun istiyorduk. Bizim oyunlarımızda çok fazla rengarenk kocaman kostümler, masal kahramanları, bangır bangır müzik hiç olmadı. Sadeydik, tıpkı çocuklar gibi. Hayat gibi. Hayatın içindeki çocuklar ve yetişkinler vardı bizim oyunlarımızda. Ve ‘olmazsa olmaz’ımız; canlı müziğimiz ve çocuklarla beraber söylediğimiz şarkılarımız. Fantastik anlatımlar yok muydu? Vardı tabii ama onu da kendi gerçekliği içinde hayatın gerçekliğine bağlıyorduk. En çok da çocuk oyunlarında yapılan bir yanlışı hiç yapmadık. Hemen hemen bütün karakterlerin şımarık çocuk sesiyle konuşmasını hiç ama hiç yapmadık. Eyvah Dedem Çıldırdı, Kardeşim Olacak, Gooolll, Sedef Kakmalı Ayna gibi isimler koyduk oyunlarımıza hayata dair. Çocuğun bazen yetişkinlerin yanlışlarını anlattığı ya da hayatta karşılaştığı sorunlara cevaplar bulduğu oyunlardı. İstanbul’a taşındığımızda da aynı misyonla devam ettik. Sadece adımız değişti Lila Düşler Tiyatrosu oldu. Çocuklara ve yüreği hep çocuk kalanlara işler yapmaya devam ettik.

‘ABDULLAH ŞAHİN’LE KOMEDİNİN ZEKİ KIVRIMLARINDA DOLAŞTIM!’

  • Kurucusu olduğunuz Lila Düşler Tiyatrosu, Abdullah Şahin (Nokta Tiyatrosu), Asuman Dabak Tiyatrosu ve Atölye Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlarda çalıştınız. Abdullah Şahin ve Asuman Dabak’tan tiyatro adına ve sanata-hayata dair öğrendiğiniz en önemli olgular, konular neler?

Çocukluğumun komedyeniydi Abdullah Şahin. TRT 1 zamanı ekrandan seyrettiğim Abdullah Şahin ile aynı sahneyi paylaşmak, komedinin zeki kıvrımlarında dolaşmak, sahnede doğaçlama yapmak ve en önemlisi Türkiye’nin dört bir yanını dolaşarak traktör üstünde bile oyun oynamak. Sahne ve tiyatro her yerdeydi. İki kalas bir heves… Yeter ki hevesimiz olsundu, yeter ki seyircimiz olsundu.

‘ŞEMDİNLİ’YE, POSOF’A KADAR GİTTİĞİMİZ OYUNLARLA NİCE KÜLTÜRLER BİRİKTİRDİM!’

  • “Türkiye’nin dört bir yanını dolaştık” demişken… Aklınıza gelen bir anınız…

Gerçekten Türkiye’nin bir ucunda, Şemdinli’deyiz. Eşimi aradım. “Hayatım neredeyim biliyor musun?” Ümit sordu, “Neredesin hayatım?” Benim cevabım, “Irak’a 10 km, İran’a 10 km uzaklıkta Şemdinli’deyim” oldu. Sessizlik ve bir süre sonra eşimden şöyle bir ses geldi “Hmm!” İkimiz de gülmeye başladık. İstanbul’dan Şemdinli’ye, Posof’a ve daha nice şehirlere uzandık. Nice kültürler, nice anılar biriktirdim bu turnelerde.

‘FARKLI DİSİPLİNLERDEN YARARLANMAK HER ZAMAN İYİ GELİR BANA!’

  • Dizilerde, filmlerde karakterlere hayat vermenizden başka reklamlarda da rol alıyorsunuz. Tiyatro ve sinema oyunculuğunun yanı sıra yönetmelik ve eğitmenlik de yapıyorsunuz. Oyunculuk, yönetmenlik ve eğitmenlik, sanat zincirinin halkaları olarak birbirini ve sizi nasıl besliyor?

Domino etkisi gibi… Sanatla ve tiyatroyla uğraşmak dipsiz bir kuyu gibi. Oyunculuk serüvenine başladığımdan beri daha doğrusu sınırlandırmayayım hepsi bir yaratım sürecinin parçaları ve ben bütün bu yaratım süreçlerinin içinde yer almayı seviyorum. Oyunculuk yaparken tek bir karakterle haşır neşir olurken, yönetmen olarak resmin bütünüyle uğraşmak, bir dünya yaratmak, oyunculuktaki deneyimlerimle yönetmenlikteki deneyimlerimi birleştirerek eğitmenlik yapmak beni ve yaratıcılığımı besliyor. Farklı disiplinlerden yararlanmak her zaman iyi gelir bana.

‘HİNDİSTAN’DAN GELEN ÖDÜLÜMLE, BANA BOOLYWOOD YOLLARI GÖRÜNDÜ!’

  • Yurt içinde ve yurt dışında 18 ödül alan, Selda Alkor’la oynadığınız Refüj adlı kısa filmdeki oyunculuğunuzla Hindistan’dan ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldınız çok yakın zamanda. Bu güzel haber geldiğinde, aklınızdan ilk geçenler?

“İşte budurrrrrr” dedim. (Gülüyor.) Ha ayrıca ödül Hindistan’dan geldiği için, “Bana Boolywood yolları göründü” dedim. (Kahkahalar…)

  • Güzel bir pastanın çikolatası, kreması dediğim ödüllerle ilgili neler söylemek istersiniz?

Yaptığınız işe güveniyorsunuz. Çalışıyorsunuz bunun için. Ödül de,oyuncunun alkışı oluyor. Hep söylediğim gibi, çocuk gibiyiz biz oyuncular. Bu ödülle pastayı parmaklarımla yemiş gibi oldum.

‘ROLÜM BENİ KORKUTTU!’

  • ‘Refüj’ filminde bir Suriye göçmenini canlandırdınız. Ve çekimlerde Arapça konuştunuz. O süreç ve böyle bir rolün size kattığı deneyimler neler oldu?

Bana ait olmayan bir kültür ve dil. Önce korkuttu beni. Tip olarak da hiç benzemiyorum aslında. Ama güzel olanda buydu; sıfırdan başlamak, yaratmak, o olmak, o kadın olmak, duruşuyla, bakışlarıyla sesiyle yaşadıklarıyla, acısıyla, umutlarıyla… Canım Mehmet Hocam, bana bu projeyle geldiğinde ve anlattığında çok heyecanlanmıştım. Üzerine uzun uzun konuştuk. Ben içimde o kadınla yaşadım bir süre. Sokakta dolaşırken o kadına benzettiğim herkesi gözlemledim, ‘Ben yaşamış olsaydım bu kadının yaşadıklarını, neler yapardım ve nasıl düşünürdüm’ diye. Ve evet Arapça konuşmam gerekti. Şanslıydım, rol arkadaşım Mete Boyar Arapça biliyordu. Çeviriler yapıldı. Telaffuzlar kaydedildi, dinlendi. Çalışmamın karşılığını sanırım bir ödülle taçlandırmış oldum. Bu işin mimarı, birçok kısa film çekmiş ve uluslararası ödüllere sahip Mehmet Tığlı Hoca’ma kucak dolusu teşekkür ediyorum.

‘GÖRÜNMEZ OLMANIN GERÇEKLİĞİ BUKALEMUN!’

  • Siz aynı zamanda 2016’dan beri Tudem Yayınevi ile birlikte okullarda çeşitli atölye çalışmalarını yapıyorsunuz Türkiye’yi Adana’dan Zonguldak’a kadar il il gezerek. Anadolu’daki yetişme çağındaki çocukların hayatlarına iletişim ve dramayla dokunduğunuzda size yansıyanlar neler? Sanata ve hayata bakış açıları ne şekilde?

Aslında benim onlara dokunduğum kadar, onlar da bana dokunuyorlar hayalleriyle. Küçücük ayrıntılar var çocuklarda. Mesela bir anımı anlatayım. Düşünce Atölyesi yapıyorum çocuklarla. ‘Hayaller gerçeklerden mi oluşur? Her hayalin bir gerçekliği var mıdır?’ gibi sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz ve her hayalin bir gerçekliğini buluyoruz. Sonra çocuklardan biri “Görünmez olmanın gerçekliği yoktur” dedi. Hadi bakalım… Ben bir yandan çılgınlar gibi düşünüyorum, aklıma bir türlü gelmiyor, ne yapacağım derken, altı yaşlarında bir çocuk, “Görünmez olmanın gerçekliği bukalemun” deyiverdi. Yüzümde öyle bir gülümseme belirdi ki, anlatamam. Gerçekten de görünmez olmanın gerçekliği bukalemundu. Bu benim çocuklardan aldığım en büyük hediyem oldu. Yıllardır çocukların hayatına dokunmaya devam ediyorum. Onlar da benim hayatıma dokunmaya devam ediyor.

Söyleşi: MELİKE BİRGÖLGE

Show Comments (0) Hide Comments (0)
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments