Shopping Cart
Total:

$0.00

Items:

0

Your cart is empty
Keep Shopping

Agoni – Ulaş Karakaya yazdı…

Agoni, insan kimyası için özel bir evrenin ve hastanelerde çok özel bir odanın tıp dilinde ki adıdır. Biyolojik ölüm yaklaştığında doktor kararıyla hastalar bu odaya can çekmeleri için kaldırılır. Agoni evresi çok kısa olduğu gibi uzunda sürebilir. Yalnız başına kalan ve sadece bir noktaya odaklanan gözler artık tek bir şeyi beklemektedir. Ölümü…
Morgdan canlı çıkan insanların haberleri gazetelere konu olmuştur ancak bu odadan canlı çıkan bir kişiye bile bugüne kadar rastlanmamıştır. Umutsuzluğun zirvesidir…

Her yer karanlıktır ve gün ışığının içeriye girmesine müsaade edilmez. Gözlerini tavana diken hasta artık sadece karanlık ile bir başınadır.

Perdenin arkasında bir ışık vardır ama hasta ışığın orada olduğunu bile artık fark edecek durumda değildir.

Beraber aynı anda can çektiği insanların sesleri yankılanır duvarlarda ancak onların seslerini işitemez. Nefeslerini hissedemez. Herkes birbiriyle madden bağlı ama aynı şekilde birbirinden habersiz ölüme doğru yol almaktadır.

Kapının önünde hocalar sürekli hasta için dua okur. İyileşmesi için değil ruhen dini ritüellere uygun yolcu edilmesi için. Kapı önlerinde bekleşen hocaların toplumda ki görevi budur…

Karanlığa yolcu etmek insanları…

Oysa perde kaldırılabilse belki…

Hayır bazen ışıkta ölüme sürükleyebilir.

Burada bıldırcınların hikayesini anlatmalı. Bıldırcınlar karanlıkta ışığı gördükleri zaman ışığa doğru kanat çırpmaya başlarlar. Bu ışığa yolculuğun sonu pek hayra alamet değildir. Çünkü ışığı avcılar bıldırcınları avlamak için tuzak olarak kullanır.

Gördüğü yalancı ışıkların peşinden koşan bıldırcınlar 30 Ağustos zafer bayramının havai fişeklerine aldananlar gibidir.

Oysa gerçek bu değildir. Gerçek olan ölümdür. Belki birer ikişer, belki onar onar, belki ellişer ellişer belki yüzer yüzer…

Ormanlara bakmıyor musunuz ? Ne kadar çok ağaç kestik isimsiz tabutlar için. Ne kadar çok toprak kazdık. Ne kadar çok kazma kürek sattık. Ne kadar çok cenaze arabası var. Ne kadar çok musalla taşı, ne kadar çok kefen bezi, ne kadar çok sakinleştirici ilaçlar verdiler yakınlara, ne kadar çok gelişti mermer sanayi…Ne kadar çok bayrak sattı merdiven altı tezgahlar. Ne kadar çok vatan sağoldu ve ne kadar çok yetim var. Neden bu kadar çabuk eksildik.

Neden yaşamayı değil ölümü seçtik?

Neden yalancı ışıklar yerine gerçeği seçmedik?

Meksikalı devrimci Subcomandante Marcos şöyle der:

”Eğer biri sana parmağıyla güneşi gösterir ve sen de parmağa bakarsan aptalsın demektir. Eğer güneşe bakarsan daha da aptalsındır, çünkü güneş gözlerini kör eder. Senin bakman gereken parmakla güneş arasında uçan kuştur”

Gencecik çocuklar ölüyor. Onlar benim kardeşlerim, arkadaşlarım, mahallede top oynadığım çocuklar. Beraber hayaller kurup içtiğimiz, gülüp söylediğimiz gencecik çocuklar ölüyor.

Ve Marcos yine şöyle diyor:

”Kardeşimi öldüren o kurşunu cebimde taşıyorum. Zapatistaların ceplerinin büyük olması ceplerinde kurşun taşıdıkları için değil; kardeşlerini taşıdıkları için.”

Kuşlara bakın ve yıldızlara onlar gözlerinizi yakmaz ve sizi öldürmez…

Ulaş Karakaya

Comments are closed