Sanat manifestomun tanıtım yazısında, varlığın izahını önce yokluk ve hiçlik kavramları açısından irdeleyeceğimi belirtmiş ve kısa başlıklar halinde vermiştim. Oradan devam edeyim.
“Yok” tanım olarak deneyimlenmiş bir var’ın ortada veya artık mevcut olmaması anlamına gelir. Kısaca bulunmayış, eksiklik durumudur. Bu durumlar, herhangi bir şey için “yok” cevabı aldığımızda “Niye yok, hiç mi yok?” gibi sorular sorduğumuz durumlardır. Görüleceği üzere yokun bu hali “var”la ilişkilidir, yani “var”a zorunludur.
Hiçlik, ise dilde çeşitli hallerde bulunur. Özellikle felsefenin ilgi alanı, daha doğrusu sorunsalıdır. Bizim konumuzdaki hiçliğin de bir ayağı felsefidir ama nihilizm gibi akımlarla bir ilgisi yoktur.
Hiçlik; isim, felsefe: “Gerçekteki özelliklerinin, durumlarının ortadan kaldırılması sonucu bir şeyin var olmayışı, yokluk” (TDK)
Görüldüğü gibi “hiçlik “var olmama durumudur, yani mutlak anlamda hiçbir şeyin var olamadığı, olmadığı durumdur. Ancak hiçliğin tanımındaki var olmama izahı, var kavramına atıfta bulunuyor. Onun için yeterince tatmin edici bir izah olamıyor. Bu yüzden ben hiçlik durumunu “deneyimlenemez mevcudiyetsizlik” olarak tanımladım. Bu ifadedeki deneyimlenemez sözcüğü, deneyimleyecek Tanrı dahil herhangi bir varlığın (öznenin) olmamasını kast eder. Ki bu tartışılması anlamsız bir durumdur. Ancak ben bu tartışmadaki anlamsızlığın ötesinde, bu şekliyle “mutlak hiçlik”ten artık bahsedilemeyeceğini ifade ediyorum.
Eğer hiçliği değerlendiren varsa artık kastedilen mutlak hiçlik, hiçliğini yitirmiştir; o hiçlikten bahsedilemez. Zira artık var olan bir bilinçli varlık, hiçliği değerlendirip onu sorgulamaktadır. Dolayısıyla hiçlik, artık varla ilişkili hale geçmiş oluyor. Var’ın ilgi alanına girmesiyle de hiçlik varlığın, varoluşun hemen dış sınırındaki durum haline geliyor. Yani varoluşun eşiği, zemini haline dönüşüyor. Böyle olunca da hiçlik, geri dönmeksizin mutlak hiçlik vaziyetini yitiriyor. Bu durumda diğer bahse konu olan her şey gibi hiçliğin de bir başlangıcı olması gerekiyor. Çünkü fizik olarak var olan her şey nedensellik ilkesi gereği bir başlatana, bir başlangıca, dolayısıyla kendisinden önceye zorunludur. Bu sebeple hiçlik de bir başlangıca zorunlu olur. Ne var ki diğer var’lara olduğu gibi onun başlangıcı için tam şurada başladı diye bir nokta tespit edilemez. Zira tespit edilen, varsayılan her nokta artık yeni bir “var” noktasına dönüşür. Haliyle de her “var”ın kendi öncesine zorunlu olduğu nedensellik durumu karşımıza çıkar. Bu da sonsuz geriye gidiş demektir, yani kısır döngüdür.
Burada hiçlik sorgusunun bir başka boyutunu ele alalım. Mutlak hiçlikten bahsedilemez dedim. Bahsetmek dilsel bir eylemdir. Hiçlikle ilgili sorunsalın nedeni acaba dilin yapısıyla ilgili olabilir mi? Açıklanamamasının nedeni dil yüzünden olabilir mi? Çünkü dil, anlam oluşturma sistemidir. Basit olarak isimlerden oluşur. Bu isimlerle sistemli bir düzenekte kavramlar oluşturup (dilsel yapı) içerisinde kullanarak iletişim sağlar. İnsan beyni için hiçlik sözcüğü de bir kavrama verilen isimdir. Öyleyse şimdi kavramların oluşmasından çok kısa bahsedeyim:
Fransız antropolog Levi-Strauss, dilbilimin babası sayılan İsviçreli Ferdinand de Saussure gibi bilim adamları, kavramların oluşumunu bilimsel bir temele oturtmuş “ikili karşıtlık”(binary opposition) adını vermişlerdir. Bu karşıtlıklar, anlam üretiminin temeldeki yapısını oluşturur. İkili karşıtlık, düşüncede biri belirdiğinde kaçınılmaz olarak zıddı da anımsanan iç içe geçmiş karşıtlıklardır. Örneğin gece ve gündüz, siyah ve beyaz, var ve yok gibi kavramlar. Bu kavramlar varlıklarını karşıtına borçludur. Örneğin; dünyanın her tarafı, yirmi dört saat hep gündüz olsaydı, neresine giderseniz gidin hiç gece olmasaydı, o zaman dünya hep aydınlık şeklinde tekil bir durumda olurdu. Tekil durumda ayırım olamayacağı için gündüz veya gece diye bir kavram oluşmazdı. Bu örnekte olduğu gibi ikili karşıtlık da (zıtlık) birinin varlığı, kaçınılmaz biçimde ötekinin yokluğuna işaret eder, ötekinin orada olmadığını anımsatır. Buna da bir örnek vereyim; siz gündüz olmuş bir olayı zaman vermeden söyleyebilirsiniz. Ancak olayın gündüz olduğunu söylerseniz, aynı zamanda olay anında gece olmadığını da belirtmiş, anımsatmış olursunuz. Siz gündüz dediğiniz için karşınızdaki kişinin zihnine otomatikman olayın gece olmadığı gelir. Dolayısıyla insan beyni, hiçliği de değerlendirirken bu yapıdan kurtulamaz ve “var”ı da anımsar.
Hiçliği dilden bağımsız düşündüğünüzde, yani kelimelerle ifade etmeyi bırakıp yalnızca düşündüğünüzde mutlak hiçliği tasavvur edebilir miyiz?
Beyin; fizik veya metafizik olsun var kabul ettiği isim verdiği her şeyi imgeleştirir. İçerik yani o “var”a ilişkin tanımlama yaparak kavramlaştırır. Hiçlik sözcüğü de böyle bir kavramdır. Eğer “hiç”i, ismi veya içerik kavramını düşünmeden yalnızca tasavvur etmeye çalışırsanız, beyniniz siyah bir boşluk imgesi çağrıştıracaktır. Ancak optik yasalara göre siyah; ışığın yansımamasını, ışıksızlığı temsil eder. Yani var olan ışıkla ilgilidir.
Peki, dilin bu özelliğinden yola çıkarsak, hiçliğin ikili karşıtlığının göz ardı edilebildiği veya atlanabildiği ya da olmadığı bir durum, bir kavram var mı?
Tam olmasa da bir kavram var. Aradığımız mutlak hiçlik’i tanımlamak için en yakın, en uygun kavram, sıfır’dır. Tabi kelimenin tam anlamıyla, kavram olarak sıfırı kastediyorum. Yani matematikte ve diğer çeşitli alanlarda yapılan işlemlerde kullanılan, fonksiyonları olan sıfırdan bahsetmiyorum. Çünkü bazı alanlarda sıfır, nötr durumu, dengeyi, eşitliği, eylemsizliği vs. ifade eder. Örneğin; “borcu sıfırladı”, “sıfır hata”, “aradaki fark sıfır” gibi durumlardır. Bu konumuz dışıdır. Benim burada bahsettiğim, sıfır’ın yalın değeridir. Matematikten örnek vereyim. Yan yana bir milyon tane sıfır yazsanız, önüne ya da arkasına sayma sayısı denilen bir rakam koymadıkça toplam değeri yine sıfırdır.
Sıfır birçok dilde olduğu gibi dilimizde de “O” içi boş yuvarlak bir simgeyle gösterilir. Ancak beyindeki bu simgenin kendisi vardır ama enteresan bir şekilde mutlak yok’u çağrıştırır. Öyle hiçlik sözcüğünün imgesi olarak gelen siyah bir boşluk olarak da çağrışım yapmaz. Çünkü bir içeriği yoktur, dahası içeriği, içeriksizliktir ve anımsatacak ikili karşıtlığı yoktur. Yani yalın olarak sıfır, var anlamındaki “bir” rakamı dâhil, başka hiçbir rakamı ya da herhangi bir var’ı anımsatmaz. Dolayısıyla bana göre sıfır; dilsel açıdan mutlak hiçliği, “hiçlik” sözcüğünden daha iyi tanımlamaktadır.
Görünen o ki mutlak manada hiçlik, “var”dan yani varoluştan sonra bu durumunu yitiriyor. En azından mutlak olmaktan çıkıyor ve hiçlik olarak varlığın başlangıç sınırına eşik ya da zemin durumuna geçiyor. Bu şekildeki hiçlik, sıfıra çok benziyor. Bunu tam olmasa da şirin bir örnekle açıklayayım. Bütün çok katlı binalarda, kat numaraları zeminin üstünden başlar. Zeminler kat değildir ve sıfır ile gösterilir. Ancak bütün katlar zemine zorunludur. Bu durum kat’ı olmayan yapılar için de geçerlidir.
Gelecek bölümde çok katlı evrenimizin belirsiz, tartışmalı zeminine doğru yola çıkacağız.
Mustafa Günen